27 Mart 2010 Cumartesi

Dişçi kabusum kanatlanıp uçuverdi...

Perşembe günü yapışık sahte kardeşim Sedoşumla doktor randevumuz vardı. Bir haftadır süren gribimiz yüzünden ancak perşembe gününe yetişebildik. Hastahanenin kapısında üçledik kendimizi. Aramıza Ayça'yı da alıp doktorun kapısını çaldık.
Çarşamba pazarına dönen suratımdan da anlaşılacağı üzere korkudan ha ettim ha edecem modunda, bi yandan kafamda binbir muzurluk, uzandım dişçi koltuğuna. Ama şöyle de bir durum var ki; bu blog yazma işi yüzünden resmen cahil cesareti sahibi oldum. Saftirik bebekler gibi avutuyorum kendimi; ay ben bu olayı nasıl da anlatırım blogumda, dur bi resim çekeyim... Normal şartlar altında ben o dişçi kapısından içeri adımımı atmazdım. Ve fakat kendimi sürekli gaza getiriyorum. Korkma kızım bak süper olacak. Bu deneyimini de paylaşacaksın :) Hay ben böyle iğneli, anestezili deneyimin içine ... cup diye atliyim. Bu blog sevdası yüzünden beni Fear Factor'de görürseniz şaşmayın.
Neyse efendim, derin dondurucudan hallice, sevgili doktorumuz Işıl hanıma da türlü muzurluklarımı yaptım en simpatik halimle. Her zamanki iğneyi görünce ayılıp bayılırım tehditleri. Genç doktorumuz yemedi bu tehditleri. Hatta ve hatta an itibariyle Stockholm sendromuna yakalanmış durumdayım. Stockholm sendromunun ne olduğunu bilmeyenler için; üstünkörü anlamıyla,"kurbanın celladına duyduğu aşk", detaylarıyla, tık tık tık tı... Ömrü hayatımda bu kadar makul bir doktora rastlamadım hiç. Kendisinin yüzü hiç gülmemekle birlikte, her an ne yaptığını anlatıp rahatlattı beni. Şimdi küçük bir soğuk hissi gelecek, şimdi biraz hava verip temizleyeceğim, şimdi kompozit dolduracağım, şimdi, şimdi, şimdi. Derken ben ne olduğunu anlamadan nurtopu gibi bir dolgum oldu. :)

Her zaman bembeyaz çürüksüz dişlerimle övünen benim de artık bir dolgum vardı nihayet :( Temizletme için de yeni bir randevu alıp sıramı Seda ve Ayça ikilisine savdım. Onlarda durum biraz daha vahimdi ama, yaklaşık yarım saatin sonunda üçümüz de uyuşuk ağızlarımızı da alıp evin yolunu tuttuk.

Su içme yetimi geri kazanmam yaklaşık 4 saatimi aldı. Sonunda güpgüzel puf poğaçalarla ödüllendirdik kendimizi. Ve mutlu son. Bir maceranın da böylece sonuna geldik. Ne iğne korkusu tanırım artık, ne yükseklik, ne böcek ne yılan ne çıyan.  Yaşasın deneysel blogculuk.

Saygılar sevgiler...

23 Mart 2010 Salı

Vöğg, Kaktüsüm ve tekaütlerim.

Bu resme bakıp kaydın nereye gideceğini düşünenlere itirafımdır; hiçbir fikrim yok. :) Üç küçük öyküden oluşacağını biliyorum sadece. Üç ayrı resmile uğraşmamak için üçünü bşr arada görüntüledim. İyi de oldu yerden tasarruf ettim :)

İlk sırayı, ilk sayısını merakla beklediğimiz, bulabilmek için dağları deldiğimiz, bulamayacağız diye aklımızın çıktığı, eniştemize lütfeeğğğğn diye hönkürdüğümüz ve eniştemizin binbir zahmetle bulup kucağımıza bıraktığı, buldumcuk olduğumuz, süsleyip püslediğimiz yeni bebek Vogue Türkiye'ye veriyorum. Hasretle kucaklayıp, hala iç geçirerek sayfalarına baktığım, ca'nım dergimize hoşgeldin diyorum. Sana da teşekkür ediyorum enişte tekrardan :) Ve inşallah birgün böyle bir tasarım dergisi çıkarırız birlikte. Dünyalar benim olur. :)

İkinci sırada emekli olmuş fotoğraf makinelerim var. :) Büyük olan annemin yıllar yıllar öncesinden bana hediyesi eski moda bir fotoğraf makinesi. Bu benim ikinci makinamdı. İlki İstanbul'da bir arkadaşımda kaldı yıllar önce, saklıyorsa(ki sanmıyorum) hala ondadır. Diğeri de son digital makinamdı kendileri. Şiddet içeren bir yaşam karesinde duvara çarpma suretiyle dağıldı. Tüm makinalarım adına ikisine verdikleri hizmetten dolayı teşekkürlerimi sunarım.

Ve trionun son öğesi, Muhittin amcamın (Berhanımın babası) hediyesi kaktüsüm. Kendisi çiçek sever bir doğal taş uzmanıdır. Elimdeki rahatsızlığa, bilgisayardan çıkan radyasyonun da katkısı olabileceğini düşünüp bana bu kaktüsü hediye etti geçen yıl. Tam benlik bir çiçek. Sürekli ilgi göstermem gerekmiyor. haftada bir iki fıs fıs yapıyorum o kadar. :)

Bugünün son postunu da yayınlamanın verdiği mutlulukla huzurlarınızdan ayrılıyorum efendim. Sevgiler, saygılar...

S.O.S. !!!

Bu vazoyu yenilemek istiyorum ama, hiçbir fikrim yok. Ahşap kursunda dekupaj falan yaparlar ya öyle bişiler mi yapsam acaba. Yoksa gümüş varakla yeniden mi kaplasam? Bana fikir verebilir misiniz?

Kutu kutu pense :)

Bu kutunun içinde ne olabilir acaba? Çok işe yarar birşey sayılmaz ama, benim gibi çokluk ve kalabalık sevmeyen biri için güzel birşey. Özellikle bu elektroniklerin yarattığı biyonik kablolu ev hali için gayet uygun bir kutu :)
Evet efendim bu şarj aletlerimin kutusu :) Sürekli seyir halinde bir kişi olup, üzerine de unutkansanız, şarj aleti denen nesneleri sürekli kaybedersiniz. Bu kutu sayesinde hem o çirkin kablo görüntüsünden kurtuldum. Hem de şarj aletlerim kaybolmuyor gördüğünüz gibi :) Başka kablolar için de kolayca uygulanabilir.

Mutfakta yardımcı kağıtlar

Tarif kartları yaptım artık renkli kağıtlardan. Desperate Houseviwes'da Bree'nin, Katherine'nin o değerli ve gizli tariflerini sakladığı ahşap bir kutu da edindim mi tamamdır bu iş. Yıllarca defterlere yazılan tarifler pek kullanışlı olmuyordu. Mutlaka hepinizin tarif defterinin bir köşesinde küçük bir yağ lekesi, bir sos kalıntısı vardır. Bunun çözümü de bu kartlar işte. Önemli tariflerinizi bu kartlara basıp, film kaplattığınız zaman tertemiz, mis gibi, özenli bir biçimde korursunuz. Ve yıllarca kullanabilirsiniz. Çocuklarınıza bile kalabilir. :)
Tabii bir de şu cup belası var. Maalesef yabancı tariflerde kullanılan bu cup bazen sinir bozucu bir biçimde bela olabiliyor başımıza. Bu ölçü tablosunu kendim hazırladım. Genel olarak un ve tozlu karışımlara denk gelen ölçülerdir. Sıvılar için ayrı hazırlanması gerekir. Ama tariflerde de genellikle unlu karışımlar ve ağır kremalar için kullanıldığı için bu ölçü tablosu iş görür gibime geliyor. :)
 Arkasına da sıvı ölçülerini ekledim :)

Sevgiler, saygılar, afiyetli günler dilerim...

Beginner olmuşum ya ben :(

Ortaokulda çok sevgili ingilizce öğretmenim Oya Çapkınoğlu'na (Ki kendisi okuldan ayrıldığı gün eşşek kadar bizler salya sümük ağlayıp gitmemesi için yalvarmıştık) duyduğum hayranlık sayesinde ingilizce en sevdiğim derslerden biriydi. Annem sosyal olmama pek izin vermeyen koruyucu annelerden olduğu için, kurs gibi okul dışı aktivitelerde bulunmazdım pek. (Bi ton kitap sahibi olmamın sebebi bu sanırım) Evde ingilizce eğitim kitaplarım, setlerim, ansiklopedilerim derken ben ingilizcemi kendi kendime epey ilerlettim. O kadar ki üniversitede ilk tercihim ingilizce öğretmenliği olmuştu. Sonrasında makina okurken zorunlu derslerin içindeydi ingilizce ve dersin öğretmeni derslere girmeme gerek olmadığını söyleyerek beni ihya etmişti. Spoiler!!! Sınavlarda kendi kağıdımla birlikte 2-3 kağıt daha yazdığım adrenalin dolu zamanların üzerinden uzun yıllar geçti. Yaz aylarında yabancı turistler ve bazı yurtdışı gezilerinin dışında ingilizce pratik yapacak imkanım olmadı doğal olarak.

Sonuca gelirsek; ingilizcem yerle bir olmuş durumda. Artık tarzanca cümleler kurabiliyorum sadece. Beni yıkan kısım ise geçen hafta gittiğim Sönmezdeki sahaftaki amcanın bana önerdiği stage 1 beginner kitaplar oldu :( Resmen yıkıldım. Yüzüm çarşamba pazarına döndü. Kıpkırmızı kesildim, hakarete uğradım resmen.

Çok büyük yemin ettim. O amcanın karşısına geçip "Bana advanced bir iki kitap verebilir misiniz?" demeden bu işin peşini bırakmaya hiç niyetim yok :(

Annem

Bir çocuğu büyütmek nasıl bir özveri ve sabır ister hiçbir fikrim yok. Az çok birşeyler biliyorum ama bu, buzdağının görünen kısmı sanırım. Birini koşulsuz şartsız sevmek, acısını kendi acısı gibi sahiplenmek, mutluluğunda dünyaların onun olması nasıldır bilmiyorum. Bildiğim, daha doğrusu gözlemlediğim şey doğaüstü bir sabır ve sevgi.

Annem beni tek başına, binbir zorlukla büyüttü. Bu fotoğraftan yaklaşık bir yıl sonra babamı kaybetti. Tekrar evlenmeyi aklının köşesinden bile geçirmedi. Çünkü bir kız çocuğu vardı ve bir üvey babayla yaşamasını kabul edemezdi, tabi babama olan sevgisinden bahsetmiyorum bile. Hala adını andıkça gözleri dolar...

Beni doğurmadığı halde, doğurmuşlardan daha çok sevgi verdi. Küçük bir fiske vurmadan, çiçek gibi yetiştirdi beni. Yaramazlık yaptığımda ağlardı. Bağırıp çağırmazdı hiç, sessiz sessiz ağlardı. Bir gün arkadaşlarımla oyuna dalmıştım, dağ tepe gezerken vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştık. Hava karardığında aklımız başımıza gelmişti. Mahalleye ulaştığımızda çocuklar teker teker evlerine girerken bağırışmalar, ağlamalar, lütfen vurma anneler birbirine karıştı. Korka korka eve doğru yürüdüm. Kapıyı açtım. Annem mutfak masasında oturmuş ağlıyordu. Yüzüme baktı, hiçbirşey söylemedi. Yüzünden ip gibi yaşlar süzülüyordu. Hani derler ya, yüreğim iki değirmen taşının arasında kalmış buğday tanesi gibi ezildi. Ben de başladım ağlamaya. Sonra sıkı sıkı sarıldı bana. Annecim kızma, küsme diye ağlıyordum cıyak cıyak. Koklaya koklaya öptü. Anneler çocuklarına küsmez ama üzülürler dedi. Bu onu hatırladığım ilk üzüşümdü.

Yıllar geçtikçe ben büyüdüm, dertler büyüdü. Artık eskisi gibi ağlamıyor. Yaptıklarımın sorumluluğunu almam için söylediği tek laf var. Kendin ettin kendin buldun. O yüzden ona dert yanmıyorum artık. Beni çok sevdiğini, bu dünyada benim için canını verebilecek tek insanın o olduğunu biliyorum. Ama kendi problemlerimi, kendi yaptıklarımın sorumluluğunu almayı ve onunla paylaşmamayı daha uygun görüyorum. Beni böyle yetiştirdiği için ona minnettarım. Bunca sabır gösterdiği için, beni bir ordu kadar çok insanın kalbiyle sevdiği için, başım sıkıştığında arkamda ulu bir dağ gibi durduğu için...

Aramızdaki yarım asırlık fark yüzünden fikir çatışması yaşadığımız olur her anne kız gibi. Ama şöyle bir bakınca bizimki minimum düzeyde. Belki benim bir kız çocuğum olsa onun bana gösterdiği toleransın onda birini gösteremem. Ve tabi sabrın.

Bu yazıyı neden yazdığıma dair herhangi bir fikrim yok şu anda. Her zamanki gibi içimden böylesi geldi. Yavrular tehlike sezdikleri anda annelerinin kuytu kucaklarına sığınırlar. Bütün canlılarda durum aynı. Bu değişmez kurala uyuyorum. Bu gece annemin dingin limanına çekiliyorum. Bunca darbeden sonra kendime gelebileceğim tek yer onun kalbi. Onu anlatmaya kelimeler yetmez. Ve zaten ben de anlatabilmiş değilim pek. Kafamı toparladığımda daha güzel bir yazıyla bu borcumu öderim.

Dünya üzerindeki bütün annelere ve kuzularına...
Sevgilerimle...

Tutkal ve ip kaseye dönüşünce...

Yıllar yıllar önce, henüz craft işlerine merak saldığım ilk zamanlardı. Annemin kavun şeklinde şipşirin bir şekerliği vardı. Vardı diyorum, ben haklamadan önce. Şimdi adını hatırlayamadığım (sanırım dekupaj tutkalı gibi birşeydi) bir tutkal ve evdeki artık iplerle bu kaseyi yapmıştım. Sanırım yapımını tvde görmüştüm. Tutkalı şekerliğin üzerine bolca sürüp üzerini gelişigüzel iplerle kaplamıştım. Kuruduğunda kaseden kolaylıkla çıktı çıkmasına fakat şekerliğin üzerinde pütürlü bir yüzey oluştu. Onu çıkaracağım derken canım kaseyi çizmiştim hep ve annem çok üzülmüştü.
Ben de kasenin içine yapay çiçeklerle bir aranjman yapıp anneme hediye etmiştim. Çok sevmişti.

Geçen gün kaseyi bulup fotoğrafladım. Bu yıl anneler günü için ne yapacağımı düşünmeye koyuldum böylece. Artık yavaş yavaş hazırlık yapmanın vaktidir. Ben bu kaplumbağa hızımla mayıs ayına kadar ancak yetiştirebilirim çünkü. Umarım sizler de düşünmeye başlamışsınızdır. Keza biraz fikirlerinize başvursam hiç de fena olmaz.
Kocaman sevgilerimle...

21 Mart 2010 Pazar

Yakışıklı erkek-Çirkin erkek

Dün gece izlediğimiz saçma ama eğlendirici program sırasında şu görüşü ortaya attım; "Kanıtlanmış birşey bu, yakışıklı erkekler saftır, çok fırlama gibi görünürler, can yakarım havasındadırlar ama hep canları yanan onlar olur. Çirkin erkek ise hep acı verir."
O an beyinimde çakan tek görüntü Hikmet'in  hayal meyal hatırladığım yüzüydü. İlk gördüğüm an nefret ettiğim, bu benimle konuşmasın dediğim (Evet hatta çok kötü aşağılayıcı bi kelime bile kullanmıştım), dünyanın en çirkin adamı herhalde bu dediğim ve sonunda deliler gibi sevdiğim, yarım kalan aşk hikayem...
1999 Haziran-İstanbul Kadıköyde işkenceci küçük hasır taburelerle dolu bir kafede oturuyoruz. Yanımda eski bir arkadaşım ve onun erkek arkadaşını bekliyoruz. Karşıdan gelen gülümseyen ikiliye bakıp, "Lütfen esmer olan sevgilim deme düşüp bayılırım, çok uyumsuzsunuz" diyorum, esmer olanın bana nelere mal olacağını bilmeden...
Tipini beğenmediğim için az konuşuyorum, neden az konuştuğumu sorunca da yol yorgunuyum kem küm ediyorum. Anlıyor tabii ve hırs yapıp daha da üstüme geliyor. Tasarımdan girip perspektiften çıkıyoruz. Paralel mesleklerdeniz. Yeni mezun çevre mühendisi. Makina elemanları ve tasarı geometri kabuslarımı anlatıyorum, gülümsemeye başlıyorum. Bana 2 boyutu çizimler verip 3 boyuta çevirmemi istiyor. Gözlerinde haince pırıltılarla. Daha bi sempatik görünüyor gözüme ilk iki saatin sonunda. Kalkıp yürüyoruz bütün arkadaşlarla grup halinde. Bir salkım ağacın dalını sıkıca tutup sıyırıyor, ellerinde gül formu olan yaprak demetine bakakalıyorum. Yine o hınzır gülüşle uzatıyor yeşil çiçeği. Kikirdiyorum ben :) Kalabalıktan ooooooo diye bir ses. "İşte ben bir kızı böyle tavlarım" :) Evet işte beni böyle tavladı. Dünyada ne kadar büyük konuştuğum şey varsa hepsi başıma geldi. Sonunda büyük konuşmamayı zorla da olsa öğrendim.
Onu çok sevdim. Hayatımın en güzel dört ayı idı, içine bir ayrılık, bir deprem, bir ölüm sığdırdık. Önce bir arkadaşının telefonuyla, daha sonra inanmayıp geçmiş güne ait karıştırdığım gazete sayfalarının içinde gördüm ölüm haberini.
Bir önceki gün telefonda; "Aşkım çabuk Star habere bak birazdan röportaj yapacaklar benimle" Sonra bembeyaz dişleriyle ve kocaman bir gülümsemeyle yüzünde, vır vır vır deprem enkazı kaldırma çalışmalarını anlattı. Aklımda kalan tek hali o yüzünün. Çekim yaptıkları o binanın altında kaldı. Burası Türkiye dedirten ihmal zincirleriyle... Bunu bir gazete sayfasından okumak ise en acı olanıydı.

Yaşadığım travmayla kendi kendime kaldım. Kurtulmam uzun zamanımı aldı. Psikologlardan nefret ettim, kadıköyden, salkım ağacından, çorludan, adını bile anamadığım o şarkıdan...
Uzun yıllar geçmedi belki henüz ama geçecek. Onu hep o haliyle hatırlayacağım ben. Esmer yüzünde dünyanın en güzel gülümsemesi, buğulu sesiyle bana şarkılar söyleyen çirkin adam. Hayatımın ikinci erkeği kaybettiğim. İlki babam hiç tanımadığım. Ve ben ne günah işlemiş olabilirimler.
Bunları ceza olarak görmeyi bırakalı çok oldu. Hiçbirşey kaybetmiş değilim. Bunu farkettim artık. Herşey zihnimde. Çok güzel anılarım var hatırladığım. Ona ait izlerim var. Beni ben yapan şeyler var. Ve kafamda değişmeyen ve sanırım asla değişmeyecek bir sabit fikir; Çirkin erkekler acı verir...

İyi pazarlar, Sevgiler...

15 Mart 2010 Pazartesi

Kartlarım geldiii :)


Ersoy'dan hastalık haberimi unutturması için gelen ve geciken kartlardan bu yazımda bahsetmiştim. Fotoğraflamak bugüne kısmet oldu. Hepsinin içini yüzümü güldüren kelimelerle süslemiş. Ve ben hepsine bayıldım. Ama ençok üstteki kırmızı papatya beni benden aldı :) Aldığım gün itibarıyle çok işe yaradığını söylemiştim. İçinde çok samimi iyi niyetleri vardı. Tekrar teşekkür ediyorum canım.
Bu arada siz bu zarfların üzerinde isim görebiliyor musunuz? Tamam anladık aşıksın da :D İsmi mi unuttun diycem ama kartların içinde yazıyor :)
Bir de bu not var ki, çenemden kurtulman mümkün değil;

Hangi kart acaba bu?
İşte huzurlarınızda ben. Yandın sen Ersoy yandın. :)
Seneye 14 şubat kartpostal kampanyasına Ersoy'u da ekliyoruz. El becerisi yok ama, ağzı iyi laf yapıyor ve benzetme kabiliyeti çok yüksek. :) Tekrar teşekkürler ve kocaman öpücükler Devekuşuma :)

Hep bir alçım olsun isterdim...

Küçükken orasını buranı kıran çocuklardan değildim hiç. Çok yaramazdım, çok kavga ederdim erkek çocuklar gibi. Birkaç,annesinin elini tutup ağlaya ağlaya kapımıza dayanmış çocuk vukuatım vardır ve fakat hiç bir kemik hasarım olmadı bugüne kadar. Dizlerim paramparçadır mesela, dikiş izleri doludur. Kafam öyle, alnımda sol kaşımın üstünde 6 tane dikiş izi var :) Kuduruk bir çocuk olmama rağmen sanıyorum annemin zorla mideme tepiştirdiği sütler sayesinde kemiklerim aldığı bütün darbeleri ustalıkla geri püskürtmeyi bildi. Herzaman güçlü bir bünyeye sahiptim. Çocukken hep hasta olurdum ama sonradan bir açıldım pir açıldım maaşallah. Hele ki liseden sonra pek doktor yüzü görmüşlüğüm olmadı allaha şükür. Özenirdim böyle kolunu bacağını kırıp alçıya alınan, sonra o alçıya imza attıran, şişle kaşınan çocukları gördükçe (Önce MR şimdi alçı, allahım benim ne garip özentilerim var, ne garip bir bilinçaltıdır bu) allahım keşke benim de bi yerlerim kırılsa diye çoook iç geçirdiğim olmuştur. Hiç unutmam bir gün ilkokul 3 yada 4. sınıfa gidiyorum. Beden eğitimi dersinde bizi serbest bırakmış öğretmenimiz. Bahçede tepişiyoruz arkadaşlarla. Böyle parklarda asılıp sallanmak için çeşit çeşit  mekanizmalar, demirler vs. olur ya, adını bilmiyorum ama anlamışsınızdır herhalde ne olduğunu (inşallah) İşte ikili kulplu beygir gibi birşey var onun tepesindeyim, bir yandan da birşeyler tıkınıp millete laf atıyorum.. Ordan hangi aklı evvel çocukla idrar yarıştıracaksam artık, sen bu ikili demirlerin tekinde ellerini açıp oturabilir misinler, ben otururum, oturamazsınlar. Derken çotank die bi ses ve ben yerdeyim :) İnan olsun düştüğüme, yada acıma ağlamadım. Ya kafam kırılır da kafamı alçıya alırlarsa diye ağladım hep. İstiklal gazisi, mevlevi dervişi modunda nasıl hava atardım kafamdaki iki metre alçıyla millete :) Çükür ki dikişlerle kurtardım paçayı. Kafam sarıldı tabii o ayrı. Rezil olup karizmamı çizdirdim. Annem ne ağlamıştı korkudan beni öyle görünce, küsmüştü bana. Bi daha hiç yaramazlık yapmıycam sözleri verdim ama tabi tahmin edeceğiniz gibi hep boş vaadler olarak kaldı bunlar.

Velhasıl, yaşadığım en kötü bu kafa patlağı bile kırılma ve alçı ile sonlanmadı. Bünyem iyice hırs yaptı. Geçen haftalardaki doktor maceramı biliyorsunuz. Doktor hanım ilaçlarımı yazdı falan ben hala kadının gözünün içine bakıyorum. Hani bana alçı der gibi :) Baktım tık yok. Hemen atıldım; Şeeey doktor hanııım, böyle bileğimi sıkı sıkı sarsam acaba iyi gelirmi diyorum ben. :) He gelir gelir :) Basit bir düşük el ateli yazalım şimdilik, kesin tanıdan sonra hangi bölgedeyse orası için uygun bir atel yaptırırsınız. Oh çok şükür deyip lay lay lom eşliğinde ortopediciye seyirttim. Bu siyah düşük el atelini aldım :) Sonrada tam bileğin üstüne kokoş bi taşlı süs kondurdum. Oooh mis gibi oldu işte.

Artık bütün özentilerim son buldu. Yani öyle umuyorum. İnşallah. Yoksa daha başıma ne işler açarım bilmem :)
Kocaman sevgilerimle. Ve sağlıkla dolu günler :)

Doktor dinlen dedi, ben taç yaptım, ruhum dinlendi :)

Eh bu grip aklımı başımdan aldı. Yataklara düştüm a dostlar :) Ama hiç bende durup dinlenecek öz var mı??? Bakın neler yaptım yerimden kımıldamadan. Keçelerimi, silikon tabancamı, iğne ipliğimi ve makasımı alıp doğruldum yattığım yerden ve bu taçları yaptım. Hem oyalandım vakit geçti, hem de tam benlik oldular ne yalan söyleyim bayıldım kendi yaptığım şeylere (Böylede megalomanım işte). Daha aklımda bir ton taç fikri vardı da çok şükür gece oldu yatmak zorunda kaldım. Yoksa elimdeki bütün boş taçları donatırdım alimallah :)
 
 İlk eserimiz neredeyse 1 ay önce alıp yüzüne bakmadığım zebra desenli keçe üzerine nar çiçeği gül :) Ne kısa bir ad oldu yarabbim. Neyse ben en çok bunu sevdim.

 
 İkinci eserimizde tüllü dallı güllü tacımız. Bayılırım böyle tüllü tokalara falan. Bunu biraz daha az sevdim ilkine oranla :)


Ve bu da üçüncü daha az beğendiğim :) şıngır şıngır ötüyor kafamda o yüzden sevdim biraz :)

Bir de bu küçük kurdeleciklerden küpeleri yaptım :) En sevdiğim. Çok güzel duruyorlar kulakta :)
İşte böyle sevgili okuyucu. Eli dursa başka yerleri oynayan insanlar var ya. Heh işte bana iyi bak. :) O insanlara en güzel örnek benim :) Kocaman kocaman sevgiler...Veee bol tasarımlı günler dilerim...





Bili Cin Etek #1 :)

Geçen yıl düzenlediğim yağlara haçlı seferini 20 küsür kilo kaybı ile kazandığımdan bu zamana bir köşede küçük bir tepe halini alan eski kıyafetlerim için bir iyilik düşünmesem olmazdı. Ex sevgili marifetiyle oluşan etek kolaksiyonum ziyan olmasın diye elden geçirmeye başladım. İlk parça bu en eski ve ilk kot eteğimdi. Sanıyorum 2005den.

Ne utanç verici bir tablo yaklaşık 95 kiloyum :) Hep uyuttunuz masallarla. Ay şişkoluk sana çok yakışıo die :) Yahu nesi yakışıyor şu hale bir bakın a dostlar. Herneyse konumuza dönersek, bu en sevdiğim uuuupuzun kot eteği biraz kısaltıp, çokça daralttım, etekucuna artan parçalarla fırfır yapmaya çalıştım ama o bambaşka bişi oldu, ardından irili ufaklı birkaç yo-yo ve voila :)


Tabi bir de üstümde görmeniz lazım. Pek bi şirin oldu :P Haftasonu çok sevgili kankam Evrimciğimle dışarı çıkmayı planladık, tabi benim gribim geçer ve o da Bursa'ya gelebilirse. İşte o akşam giymeyi düşünüyorum bu etekciği :) Tam iki tane iğne kırdım dikerken. Paslanmışım dikiş konusunda :( Daha birsürü düzeltilecek/değiştirilecek parça var. Tek tek halledeceğim yaza kadar :)
Kot kumaşından yo-yo olurmu acaba dedim. Biraz kaba oldu sanki ama, oldu yine de :)

Kocaman sevgiler. Dikişli nakışlı günler efenim :)

Son bir çikolata yiyelim, öyle gideyim :(


:) Sevgili Arzucuğumun (Eylül Bahçesi) 8 Mart dünya kadınlar günü etkinliğinde eşim olduğundan bu kaydımda bahsetmiştim. O kayıtta kendi resimlerimi kullanmamıştım, çünkü benim çektiğim resimler pek kötüydü görüldüğü üzere. Ama bugün birşey farkettim ki o resimde birşey eksik :) Ben paketi açtığımda böyle bir görüntü vardı;
Şipşirin havlum, çantam ve broşum, bir de koccaman entep fıstıklı çikolatam :) Bu çikolatanın benim için anlamı büyük. Bu benim yediğim en son çikolata. Daha sonra malum gribim yüzünden (Hasta olunca çikolatadan tiksiniyorum) çikolata yiyemedim. Eh bu haftada yaza hazırlık moduna girdiğimden ve spor salonuna kaydımı yaptırdığımdan (Gribim geçer geçmez inşallah) birdahaki kışa kadar ağzıma çikolata sürmem pek mümkün görünmüyor. :( Arzucuğuma son bir kez o zevki tatmamda bana vesile olduğu için teşekkür ediyorum. Saygılar, sevgiler, şeker gibi günler...

Bir kızıl goncaya benzer dudağın...


Craft postlarından önce sizinle paylaşmak istediğim çok güzel bir TSM şarkısı var. Videoyu izlerken "allah allah ben bu yüzü biryerlerden hatırlıyorum" dediğim, dinledikten sonra da sesinin beni mest ettiği kişi Uğur Şahin. Üniversiteden  eski, zor hatırladığım bir yüz. Onunla FB sayfalarında karşılaşmak gerçekten de sürpriz oldu :) Şarkı ise ayrı bir güzellik. Şarkıyı çıplak sesle okumuş. Ritm olarak darbuka vari bir ses geliyor ama, darbuka olmadığına eminim. Birde ara ritimleri tamamen vokal. Bir nevi beat yapmış. Bayıldım :) Yaklaşık 1 saattir "tekrar yürüt"üyorum :) Embed kodu vs. bulamadım. O yüzden link ile paylaşıyorum. Umarım başarılı olur. Bir kızıl goncaya benzer dudağın 

Tabi Facebook hesabı olmayanlar nasıl dinleyecek bu müziği hiçbir fikrim yok :) Youtube'a düşerse tekrar bir ayarlama yaparım.
Bu arada sözleri Melek Hiç'e , bestesi Amir Ateş'e ait olan şarkının sözleri sözleri:

bir kızıl goncaya benzer dudağın
açılan tek gülüsün sen bu bağın
kurulur kalplere sevda otağın
kimbilir hangi gönüldür durağın

her gören göğsüme taksam seni der
kimi ateş gibi yaktın beni der
kimi billur bakışından söz eder
kimbilir hangi gönüldür durağın...

Sevgilerimle...

12 Mart 2010 Cuma

Ah bu grip denen sezonluk devremülk...

Az önce Feyizbukta da bahsettiğim gibi çok sevgili kankam Erolcuğumun mükemmel ötesi tarifiyle azcık kuyruğum havaya kalktı. Kollarıma kuvvet geldi. Ben de hemen sorumlu blogculuk örneği sergileyip bu kısa ve öz olmasını ümit ettiğim postu yazmaya koyuldum. Gülizar abla ve Filizciğimin haftalık makarna partisi için beni araması ve gripli sesimi duyup, onu yap, bunu iç, şunu giy demesi ve benim de, başımın zonklaması sebebiyle evet, hıhı, tamam şeklinde geçiştirmemden ve telefon denen gevur icadını bir köşeye fırlatıp bir diğer gevur icadı pc denen şeyi kucaklamamla birlikte Erolcuğumun parmaklarından da aynı tarif sökün etti ekranıma. Ve dahi hayatımda bu kadar uzun cümle kurmuşluğum yoktur. Şaşkınım. Neyse efenim tarif çok basit. Yarım sulu limon sıkılır. İçine limonsuyunun yarısı kadar sıcak su katılıp ılık bir sıvı elde edilir. 2 tatlı kaşığı bal eklenip, tek nefeste yutulur. Tadı da bir güzel oluyor ki. Bayıldım resmen. Boğaz acımı gidermesi de bonus oldu :) Ne süper bi tarif. Bu aralar benim için kabus gibi. En sevmediğim hastalık. Her yıl ayakta geçiririm. Bugün ayağa kalkamadım vallahi. Sabah "Kim dövdü yau beni" edasıyla uyandım. (Paranormal Activity yaşadım sandım :D)
Gelelim burnumda silinmeden dolayı oluşan tahrişe. Islak havlular sağolsun. hiç acımıyor şu anda. Kendimi oyalama kısmı için de conceptisspuzzles.com , ve envai çeşit blog.
Bazen hasta olmak eğlenceli olabiliyor. Çabuk geçmesi kaydıyla. Mesela yarın sabah geçsin. :)

11 Mart 2010 Perşembe

Havalar nasıl olursa olsun...

İlk defa başlık koymadan yazımı yazmaya başladım. Sebebi tabiiki ne yazacağımı bilememem. Anlatmak istediğim, daha doğrusu paylaşmak istediğim kocaman bir yirmidört saat var. Sanki uzun süredir uykusuzum. Kendimi çok yorgun hissediyorum. Zaten bu postu yayınladıktan sonra derin bir uyku çekmeyi planlıyorum.
Dün öğle saatlerinde hastanenin yolunu tutmadan evvel, postahaneye uğrayayım dedim. Ersoy'un yaklaşık üç haftadır elime ulaşmayan kartpostalları için. Her seferinde "Bana birşeyler var mı?" şeklinde sorduğum soruyu artık  bu kadar nazik sormaya tahammülüm kalmadığından "Hala gelmedimi yahu?!?!! diye bağırınarak daldım içeri. "Ya ismine birşey yok da, bir haftadır burda isimsiz yollanmış zarflar var, bir bak istersen" demesiyle zarfların üzerinde adresimi görmem bir oldu. Günlerdir başımın etini yedi, gelmedimi daha? Ne biçim posta servisi. Kesin Türkiyede yavaşlamıştır vs. E be adam; sen üzerine isim soyisim yazmassan tabiiki ulaşmaz :D Neyse kartları aldım ama onlar için ayrı bir yazı hazırlayacağım. Bu en berbat günde benim yüzümü güldürdüler. İyi ki de unutmuş ismimi yazmayı :)
Hastanedeki randevuma tam zamanında yetiştim. Emg denen makineyi küçümsediğim için kendimden utandım. Ben bu da kesin röntgen gibi bişiydir dedim. Aman dostlar nerdee. Allah kimsenin başına vermesin. Benim çocukluğumdan kalma iğne fobim vardı (Vardı diyorum dünden sonra artık kalmadı allaha şükür). Çok hastalanırdım küçükken. Annem de sağolsun soluğu hep hastanede alırdı. Muradiyede oturuyorduk Bursayı bilenler varsa eğer, Stadyumun karşısındaki SSK binası hastaneydi ben çocukken. O 40 merdivenleri saftirik gibi güle oynaya inerdim hastaneye giderken. Dönüş ise tam bir rezalet olurdu. Penisilinin yakıcı acısı eşliğinde, salya sümük ağlaya ağlaya çıkardım merdivenleri. Merdivenlerin en tepesinde de fırın vardı. Bi yandan can acısıyla ağlar, bi yandan da afiyetle tahinlimi yerdim. Hep birdaha kanmıycam derdim ama annemin süperzekasıyla nasıl başa çıkayım. Hep kandırırdı beni. Aaa bak Tolgalara gidioz, yok parka gidioz, oyuncakçıya gidioz yeni bebekler gelmiş. :( Çocukluk rezillik, başka bişi diil. Anneler ne isterlerse yaptırabiliolar çocuklara. Neyse efendim işte ben bu 3-4 ay arayla 30'arlı gruplar halinde yediğim penislinli iğneler sayesinde injectionfobia geliştirdim (Bu da ne demeyin iğne fobisi :) ben uydurdum. Literatüre katkım olsun :)). Meğer bu Emg (Elektromiyografi) iğneyle yapılan bişeymiş. Benim iğne olup korkmamamın iki yolu var. Birincisi karambole o anda orada hazır ve nazır bulunmuş olacağım; ki yiğitliğime kaka sürüp kaçmayayım(Bkz: Fatoş denen deyyus arkadaş, iğneli epilasyon için acısız deyip beni nasıl ketenpereye getirdi), ikincisi de kişisel çıkarlarım çok yüksek olacak ki o iğneye razı olayım(Bkz: Geçen bahar pikini giyebilmek uğruna diyetisyen canavarının istediği tahlilleri güle oynaya nasıl yaptırdım).
Neyse sahte gülüşlü ve komple kaplama dişli asistan hanım beni makinaya bağladı. Bileklerime cırt bantlı bişi taktı ki ucundaki kablolar, commodore görünümlü yeşil yazı karakterli :) bi makineye bağlı ve üzerinde böyle şiddet skalası gibi bişi var. Benim içim rahatladı hemen tabii, oh dedim iğne yok küçük duyarga var herhalde bileklikte. Gerçekten de öyleymiş fakat anladığım ve doktorumun anlatabildiği kadarıyla sorun elimin ve kolumun durağan olduğu halde dalgalanmanın devam etmesi. Hemşireden iğne istedi, tabi ben o andan sonrasını hatırlamıyorum :) Şaka bi yana soğuk terler döktüm. Ne olacağını az çok kavramıştım fakat doğru mu kavradım tarzından saçmalamaya başladım. Doktoru "bak bayılırım haa" diye tehdit etmemden tutun da "Aaaa vallahi geçti kolum" şeklindeki angutluklarıma kadar her yolu denedim. Ama nafile. Sonunda pes edip saldım kendimi. Hiç acımıycak dedi. Hakikaten de öyle oldu. Yoksa bütün kolumu delik deşik edip bir ton noktaya o iğneleri saplamasına asla izin vermezdim. İçimi bayıltan kısım ise iğneyi taktıktan sonra düşük şiddette elektrik sinyali göndermesi. Nasıl saçmaladıysam artık (ki çok iyi hatırlıyorum kurduğum cümleyi, aynen aktarıyorum "Fazla vermeseniz, ben zaten çok yüklüyüm, çarpılıyorum hep" puhahhahah :D:D), sempatik doktor hanım başladı gülmeye. Baktım asistan gerçekten gülünce dişleri daha az sırıtıyor. Herneyse efendim, sonunda kolum çizikler içinde, (çünkü mezura gibi bişiyle ölçü alıyordu iğnelediği yerlerden) hepimizin yüzünde kocaman gülümseme, raporumu hazırlamaya başladı. Sonuç ise benim için dehşet vericiydi. Yüzümdeki bütün gülüşler anında silindi. Beni mutlaka ve acil biçimde bir beyin cerrahı görmeliydi onun dediğine göre. Peki siz? Sizin yapabileceğiniz birşey yokmu diyebildim sadece. Ve yoktu. Geçmiş olsun dilekleriyle birlikte ayrıldım hastaneden. Beynim durmuş gibiydi. Hemen Seda'yı aradım. Diğer doktorumla görüşmemi söyledi. Hemen onun kliniğine gittim ama onun söyledikleri de aynıydı. Beyin cerrahı görmeli. Yıkılmış bi biçimde fakültenin yolunu tuttum. Yıllardır ertelememin sebebi buydu işte. Eninde sonunda o tıp fakültesinden içeri gireceğimi biliyordum hep. En korktuğum şey oldu. İncik cincik etmeden bırakmayacaklarını biliyordum. Benim gibi oldu bittici biri için bu işkence kelimesinin eşanlamlısıdır.
Hastaneye girip beyin cerrahisini bulmak yaklaşık yarım saatimi aldı. O kocaman binada bi o yana bi bu yana koşturduktan yarım saat sonra nihayet aklı başında bir insan evladı bana beyin cerrahisini değil NÖROŞİRURJİ levhalarını takip etmem gerektiğini söyledi de rahatladım. O sırada bütün kliniklerin önünden geçtiğim için sinirlerim allak bullak oldu. O anda işte ilk defa gözlerim sulandı. Allahım niye burdayım bu kadarcık küçük bi hastalık yüzünden dedim. Ama ağlamadım. Gözyaşlarımı kesin teşhisin koyulacağı güne saklıyorum. :)
Bilgi işlem kısmına gidip derdimi anlattım ve randevu istedim. Mümkünse bugün olabilir mi? Kız güldü. Hanımefendi size verebileceğim en yakın tarih 15 nisan???!?!?!??!!!!
Evet bana verebilecekleri en yakın tarih 15 nisandı. Düşünebiliyor musunuz 1 ay sonra ve ben aynı tahlilleri tekrar yaptıracağım. Ne garip bir sağlık sistemimiz var.
Sonra yine Sedacığımla konuştuk ve ben biraz daha sakinleştim. Pazartesi günü geçen yaz elim için gittiğim aile hekimimizin önerdiği profesörden randevu almaya çalışacağım. Artık iğne fobim de geçti. Çünkü artık daha büyük korkularım var. Ama yine de keyfim yerinde ve gülüyorum. Bi spiker vardı. Havalar nasıl olursa olsun sizin havanız iyi olsun derdi. Bu aralar benim havam parçalı bulutlu ve rüzgarlı ama keyfim yerinde. Önemli bi sorun olsa da, olmasa da önemsemeyeceğim. Kafam takıldıkça ve moralim bozuldukça daha da kötü hissediyorum. En güzeli yokmuşçuluk oynamak.
Pazartesi spor salonundan ilk gün izlenimlerimle burada olacağım. Gülmeye hazır olun (Şansınız varsa birkaç fotoğraf bile ekleyebilirim kırmızı domates yanaklarımla :D)
Teşekkür kısmına gelirsek :)
Bir yandan Kaan'a diğer yandan bana annelik yapan ve telefona yapışık kulak hastalığına yakalanmak üzere olan Sedacığıma,
Seda'ya halen algılayamadığım değişik bir telefon ağıyla bağlı herşeyden haberdar ve her daim yardıma hazır Filizciğime,
Dün gece beni gülmekten kırıp geçiren Sevda, Sevilaylay, Kaya, Serdar, Mine ve Yassemine,
Telefonda sesini duyup kahkaha modundan yeniden duygusala bağladığım gözümün bebeği Berhanıma,
Yeniden yüzümü güldüren tüysüze (Şaka şaka Cengiiiizzz. Sevgiler...Nevriyen :))
E tabi bir de Ersoy'a tekrar o güzel kartpostallar için.
Tabi bir de sana sevgili okuyucu. Kafanı şişirdim biraz ama idare ediver bu aralar :)
Herkese kocaman sevgiler...

9 Mart 2010 Salı

İzdivaç denen sanatsal program !!?!!?


Nerden başlayıp nasıl bitireceğim hakkında hiçbir fikrim olmadan başladım yazmaya. Bir inat uğruna :)
Yaklaşık yarım saat önce "Ersoy bey'in ben şeyi arayacağım" cümlesiyle başlayan olaylar zinciri, sen benim sanatçı kişiliğimi anlayamıyorsunlara kadar gitti işte. Ve şu anda ikimiz de bloglarımıza bu olayı yansıtmakla meşgulüz.
Olay kısaca şöyle gelişiyor:
Beyefendinin bahsettiği "şey" Zuhal Topal'la izdivaç programı. :) Programa katılan yakışıklı azeri Behnam yüzünden bizimki de gaza geliyor işte. Çıkıcam programa diye tutturdu ilk önce. Eh bir çık, ben de o programı arayıp bu adam benimle evli 4 tane de çocuğumuz var demezsemlerden tutun da, ben de çıkar birini bulurumlara kadar. Sonun da tabi iş çığrından çıkıp "kac kisi benim kadar derinleme bakiyor bunlara, ben insana bakiyorum" lara vs. vs. gelişti. Ve sonunda bana "Sen bu işi kavrayamiosun. Bu insanin dogasina dahil,gidip bloguma bende yazcam izdivaci" dedi. Ve gidip yazdı. O her daim kısa ve öz olduğu için onun yazısı benden önce bitmiş. Yazısı burada. Akşam akşam sinirlerimi zıplattı yine :) En nefret ettiğim programlar yüzünden kendimi savunmak zorunda kaldım. Şimdi söyleyin allah aşkına; sizce ben gerçekten yanlış mı düşünüyorum? Yoksa bu canavar sevdicek haklı mı? Ben onun sanatsal kişiliğinden gerçekten anlamamış mı oluyorum bu programlardan hoşlanmadığım için? :)

Eylül Bahçesi'nden rengarenk çiçekler düştü avucuma...


Dün kapıdan çıkarken Tetem (Giritliler teyze anlamında kullanır tete sözcüğünü) Seda, Filiz ve bana dönerek "Üçünüz de elimde büyüdünüz, üçünüzün de kalbini bilirim ben, hiç fesatlık düşünmezsiniz....." O kurduğu cümle uzun zamandır bir büyüğümden duymadığım en güzel cümleydi. Biz üçümüz birsürü yanlışlar yapsak da bu hayatta birtek birbirimize yamuk yapmamış ve yapmayacak insanlarız. Üçümüzün de kan bağı olarak bağlı oldu kız kardeşleri yok. O yüzden birbirimizin kızkardeşleri olduk biz. Sürekli aynı zaman dilimlerinde biraraya gelemesek de dün nihayet buluştuk :) Çocukluk günlerindeki gibi biraradaydık yine. Gençlik günlerimizdeki gibi!!?!! Dedikodu yaptık mutfak masasında. Herzamanki gibi Seda güzel kurupastasını, Filiz kavurma makarnasını, ben de yeni tarif  browniemi yaptım. Afiyetle yedik hoş sohbetler eşliğinde. Tabi bir de çikolatamı paylaştım arkadaşlarımla. :)
Dün kargodan paketim geldi. Sedayla hastane çıkışında alıp doğruca eve seğirttik aceleyle. Eve girer girmez paketi açtım. Ve içinden çıkanlara bayıldım. Özellikle şu diye belirtemiyorum bile. Çünkü hepsini çok sevdim. Kullanmaya kıyamayacağım havlumu, harika çiçeklerle süslü broşlu çantamı, en sevdiğim antep fıstıklı koccaman tablet çikolatamı... Hepsini bir çocuk gibi bağrıma bastım. Önce çikolatamı paylaşmam dedim ama, sonra kıyamadım. Malum dün dünya kadınlar günüydü ve evdeki büyük çoğunluk(Filiz ve ben hariç) emekçi annelerdi. Dayanamayıp paylaştım :) Ve sonra tabiiki kutumu gözümün önünden ayırmadım hiç. Akşam evde anneme gösterdim ağız kenarlarım kulak memelerime yaklaşmış bi biçimde. Sonra gece yatmadan önce bir kez daha baktım. Ve en son bu yazıyı yazarken gözüm hala hediyelerime kayıyor :) O kadar güzeller ki. Fotoğraf çekmek için yaydım onları ama benim çektiklerimin Eylül bahçesininki kadar iyi olmuyor. Bu yüzden onun resmini kullanacağım sanırım. Umarım kızmaz :)
Güzel arkadaşım; ellerine ve emeğine sağlık. Beni çok mutlu ettin. Kocaman sevgilerimle...

P.S.: Bu yazıyı sonlandırdığım sırada benim hediyemi yolladığım sevgili blogger arkadaşım Alev hanım aradı. :) O kadar mutlu oldum ki anlatamam. Hediyelerini çok beğendiğini söyledi. Bu da benim için büyük mutluluk. Çünkü kendisine bi özür borçluyum. Ben alelacele yolladım hediyemi son gün, ne güzel bir yazıyla süsleyebildim, ne de şık bir paketle. Umarım bunun  için beni affeder. Kendisi çok tatlı bir hanım. Bıcır bıcır sesi ve gülüşüyle ve önemli değilleriyle beni daha da mahcup etti. Ne kadar güzel günler geçiriyorum :) Umarım bu keyif devam eder...

8 Mart dünya emekçi kadınlar günü...


Hiç alışkın değilim böyle haftada 1-2 kayıt yazmaya. Ama şartlar... :( O kadar özlüyorum ki kayıt yazıp, yayınlayıp, güzel yorumlarınızı okumayı. Bu yüzden moralimi hep yüksek tutuyorum. Bugün itibarıyle yuttuğum ilaç sayısı 12ye yükseldi ama ben hala mutluyum. (Diğer yazılarımdan hatırlamayanlar varsa; bu dünyada en nefret ettiğim şeylerin ilk sıralarında ilaç içmek var)

Dün malum 8 Mart idi. Amerikanyalı 129 emekçi kadının, sosyal haklarını alabilmek için can vermeleri sebebiyle, her yıl hem onları anmak, hem de kadın haklarına (aslında haksızlıklarına) dikkat çekmek için kutlanan, bence çok anlamlı bir gün idi. Özellikle de güzel ülkemizde, bu günlerde gündemden düşmüş olmasına rağmen, geçtiğimiz ayların manşet haberi Tekel İşçilerinin özlük haklarını istemeleri sebebiyle bana bu yıl daha da bir anlamlı geldi. Bu sebeple ilk olarak ülkemin bütün güzel emekçi kadınlarının bu anlamlı gününü kutluyorum.

İkinci kutlmak istediğim güruh da tüm blogger arkadaşlarım: Dün Seda ile konuşurken tekrardan farkettim ki dünyanın en zor işi annelik ve eş olmak. Özellikle bu çağda inanılmaz zor bu işi becerebilmek. Çünkü artık kadınlar aktif olarak iş yaşamındalar. Bunun üzerine toplumun giydirdiği annelik ve eşlik vazifeleri de eklenince, incecik omuzlara binen tonlarca yükü zarif hareketlerle kaldırmak pek de kolay olmasa gerek. İşin en korkunç ve tahammül edilemez kısmı da harcanan emeğin ve çabanın değer görmeyip, umursanmaması. Birkaç aylık blog yaşamımda gördüğüm tüm anne, çalışan, emekli, yaşlı-genç tüm bloggerları gerek iş yaşamında, gerekse özel hayatlarında sarfettikleri, emekler, çabalar için kutluyorum. Azimleriniz sonsuz olsun.

Üçüncü kutlayacağım kişi birsonraki blog yazımın sahibesi sevgili Eylül Bahçesi. Dün çok mutluydum ama o beni güzel hediyesiyle musmutlu yaptı :)

Dört numara Annem, Sedam, Sevdam, Gülizar ablam, Filiz ve diğerleri :)
Hepinizin, hepimizin 8 Mart dünya kadınlar günü kutlu olsun....

5 Mart 2010 Cuma

Canavar sevdicek blog açar...


Başlık da epey garip oldu ama :) Kısa keseceğim nasıl olsa. Ersoydan kısa kısa haberler;
Hergün blogda şöyle yazı yayınladım, şunu yaptım bunu eyledimlerimden oldukça etkilendiğini anladığım kıskanç sevgili hemen bir blog hazırlar. Şiirsel İyi de eder. Sigarayı bırakmamı da kopyalayan güsel sevgili. Öperim gözlerinden :) Hayatım sakın inat yapma ama ben sana söylemiştim bırakacaksın diye :) hehheheheh Hem bu sigarasızlık agresiflikleri sana çok yakışıyor :)

3 Mart 2010 Çarşamba

Huh ne gündü ama...

Şimdi bu resim ne alaka kış günü demeyin. Yazının ilerleyen safhalarında açıklayacağım ne olduğunu.
Salı günü malum MR (Manyetik Rezonans :P) çekimim vardı. Bir gece öncesinden karnıma  ağrılar girmesine rağmen kimseye hiçbişi çaktırmadan, gelen bütün teklif ve ısrarlara rağmen tek başıma gitmeye karar verdim. Sabah düğüne gider gibi hazırlandım. Saçımı makyajımı yapıp hastanenin yolunu tuttum. Sanırım biraz abartmışım kimse hasta olduğumu düşünmüyordu. Kimse derken; malum Türk halkı çok meraklıyız. Bir bekleme odasındaysan anlaki hayat hikayeni öğrenmeden bırakmayacak yakanı teyzeler. Neyse tam zamanında randevuma gittim. Fakat şansıma makinede bir problem vardı ve biraz beklemem gerekti. Herzamanki gibi hiç ses etmeden ve uyuzluk çıkarmadan oturdum bir köşeye. Ve başladım izlemeye. :) İşin en eğlenceli kısmı budur benim için, ama mekan hastane olunca durum değişiyor. Yanımda orta yaşlı bi teyze ve onun yanında da 30 lu yaşlarında olduğunu düşündüğüm beyaz benizli oğlu, başladık konuşmaya. Teyze bana neyim olduğunu sorduğu sırada çat die bi ses duyduk. Oğlu bayılıp yere düştü. Kadın son derece sakin. Hemşireler koşturmaya başladı. Sedye, acil, epilepsi duyabildiğim birkaç kelimeydi. Çünkü o anda yerimden fırlayıp uzaklaşmaya başladım. İnsanlar böyle durumlarda gayrıihtiyari olarak yardıma koşar. Ben kendi verdiğim tepkiyi anlamlandıramadım. Hala da bir anlam verebilmiş değilim. Neyse bu çocuğun epilepsisi varmış ve sürekli düşüp bayılıyormuş vs. vs. Yerime oturdum. Kulaklıklarımı taktım ve herzamanki duptıs duptıs müziklerden birini bulup dinlemeye başladım.
Yaklaşık 10 dakika sonra genç ve güzel asistan ismimi söyleyip beni çağırdı. Benimle birlikte bir bayan daha ayağa kalktı aynı anda. MR odasına girdim kadın hala arkamda.
-Fatma Özen
-Evet benim.
Arkamdaki bayan;- Özer R ile
Asistan:- Pardon?!?
:) Tam Kemal Sunallık bi durum. Kadının ismi Fatma Özer. Onun isminin söylendiğini sanıp geliyor arkamdan :) İşin komik yanı kadın bana çok benziyordu. Sadece gülümsedim bol bol. Böyle bi durum da tabiiki benim başıma gelebilirdi zaten. Asistan tekrar yüzüme bakıp; -Özen mi, özer mi? diye sordu. Gülüştük.
Üzerdeki bütün metal aksam çıkarıldı. Ve o içinde orkestra saklı metal tabutun içine girildi. Küçükken Ösge ablam vardı bi tane :) Benden 3-4 yaş büyüktü sanırım. MR çekilmişti. Bir anlatışı vardı sanırsın NASA'ya düzenlenen tura katılıp bi uzay aracına binmiş. Öyle bir ballandıra ballandıra anlatırdı ki, hep özenirdim. Keşke ben de o MR denen şeye binseydim. :) Şimdi anladım ki Ösge ablam korkusunu yatıştırabilmek için öyle ballandıra ballandıra anlattı o lanet makinayı. Ben içine girdiğim ilk andan itibaren son ana kadar kalp çarpıntısı içindeydim. Korkulacak bişi olmadığını biliyorum. Sonuçta insan yapımı (General Electrik amblemi vardı makinada Amerikanyalıların malı işte) bi makinadaydım. Tüm kontrolleri yapılmış, yatay asansörün çıldırıp beni fırlatma olasılığı sıfır, parmaklarımdaki uyuşukluğun sebebinin manyetik alan değil totoş korkum olduğunu bile bile yine de saçma sapan yüzlerce düşünceyle korku içinde kasılıp kaldım o mezarcıkta.
Bu korkunç anları blogumda nasıl süsleyip anlatırken dalga geçeceğimden, makinanın içinde kaç kilo mıknatıs olduğuna, o an bi deprem olsa çelik makinanın içinde bana bişey olmayacağından, yan koltuktaki epilepsili genç adama, metroda gözü sürekli mini eteğime takılan ve pis pis bakan çarşaflı şişman kadına, makinanın tavanındaki çiziğin nasıl oluştuğundan, geçen yaz verdiğim kilolara, yazı ne kadar çok özlediğimden, ya kanser olsaydımlara, geniş bir yelpazedeki düşüncelerim, uğultulu bir sesle gülümseyerek yüzüme bakan tatlı asistan sayesinde kesildi. Biraz yatmanız gerekecek, bir problem var. Haydaaaa e ama yarım saattir içindeyim bu tabutun. Yok 5 dakika oldu gireli :) Allahım lütfen benimle dalga geçmeyi bırakır mısın artık :(
Bir 20 dakikada kocaman bilgisayarların açılmasını bekleyerek geçti. Herşey bittiğinde asistanın gülümsemesinden eser kalmamıştı. Kızcağızı 20 dakika boyunca soru yağmuruna tuttum. Nasıl çalışıo bu şey, niye şırıngalar var burda. Bu ikinci bağlı bilgisayar ne. Aaaaa Windows 95 ne kadar eski comic chat var mı bunda bi bakabilir miyim? Su içsem olur mu :) Tamam sempatiklik de bi yere kadar. Kız çığrından çıktı sonunda. Gülümseyerek başlayan konuşmalarımız benim yüzsüzlüğüm sayesinde, "buyrun şöyle" ye dönüştü. Buyurdum ve bunun son olmasını dileyerek tekrar uzandım yatay asansöre :) Böyle teknik terimler kullanmak da bi hoşuma gidiyor ki sormayın :) Neyse efendim. Gene aynı muzurluklar, abuk sabuk düşünceler. Bu sefer bi fark vardı. Korkum geçti. Makinanın içinde bi orkestra olduğunu düşündüm. Gözlerimi kapadım. Beat box yaptım içsesimle. Bir de güzel mental dans yaptım oooh sormayın. Süper eğlendim. Sonra bu fotoğraftaki gün geldi aklıma. Hem çok sevinip hem de çok üzülmüştüm o gün. İki duyguyu da çok derin yaşamıştım. Ama yaşamıştım. Hissedebilmiştim. Bütün seslerin sustuğu bir saniye geldi sonra. Tek düşüncem şuydu; "Sakat kalırsam, ellerim ayaklarım tutmazsa eğer, konuşma kabiliyetimi yitirirsem, gözlerim görmezse, duyularım hissizleşirse eğer yine de öyle yaşamaya razı olabilirdim belki. Beynimin sağlam kalması koşuluyla. Yeterki anılarımı tekrar düşünüp, gülümseyebileyim ya da hüzünlenebileyim. Hayal kurabileyim. Kimseye aktaramayacak durumda olmaya bile razı olabilirdim belki. Herşey bitti sonra...
Dışarı çıktım. Hava iyice kapamıştı. Heykel'e indim. Keçeciye uğradım. Zebra desenli keçem bitmişti. Onlarda da bitmiş. Baskıdaymış. Vitrinde kalan son keçeyi aldım. Dışarı çıktığımda yağmur başlamıştı. Kapalıçarşının içinden yürüdüm. İki dakikada sırılsıklam olmuştum. Tek hissettiğim şey şükretmekti. Yürüyebildiğim için şükrediyordum. Şehreküstü'ye inerken reyhan fırınından son kalan akşam simidini aldım. Taş fırındaki simit kokusuna bayılırım. Ama bu koku şu anda midemi bulandırdı. Yiyemeden çantama attım.
Sonra zamanın nasıl geçtiğini, eve nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Kapıyı en sevdiğim üçlü açtı aynı anda :) Kaan-Seda-Gökhan Azar üçlüsü :) Bu trioya bayılıyorum. Sonrası malum işte. Mrs Hyde gizlendi karanlık kuytusuna ve ortaya en sevdiğim Mrs Jekyll çıktı :) Kaan bebeğimin mis gibi kokusu ve gençlik enerjisiyle ne doktor, hastane vesvesesi kaldı içimde ne de bir korku. Burnuma gelen tek koku taze bahar kokusu, duyduğum tek ses de Kaan'ın meşhur "igiii" ve "hadiii" si oldu.

Kocaman öpücükler ve sağlık dolu günler dileğiyle...

1 Mart 2010 Pazartesi

Bilin bakalım bunlar ne?

Şimdilik yazısını yazmıyorum. :) Birkaç gün içinde yazacağım.
Gel pisi pisi pisiiiiiiiiiiiii...

Gözlük ararken bunları buldum

Geçen hafta yoğun okuma temposuna dayanamayan gözlerim, ille de gözlüklerimi isterim diye ağlamaya başladı. Hiç sıkıntıya gelemeyen ben de nereye fırlattım acaba deyip evin altını üstüne getirdim. Sonunda buldum gözlüklerimi. Ama ondan önce bakın neler buldum;

 
Bunlar benim ilkokul armalarım. Şekilleri kaymış biraz ama. Olsun artık o kadar. İlk baştaki taa 1987 yılından. 11 Eylül İlkokulu :) Siyah önlüklerimizde kalbimizin üzerine yapışırdı bu armalar :) Ne nostalji ama. Annem saklamış bunları hep. Ben de lise armalarımı saklıyorum ama, henüz onlara ulaşabilmiş değilim :) Nerede olduklarına dair hiçbir fikrim yok :)

Bu daha yakın tarihten bir kanaviçe. İlk işlediklerimden. Zeytin dalı servis altlığı. Geri kalan takımın nerede onu da bilmiyorum. Bunlar serbest radikaller :)

 
Bu şirin bebek benim için daha bir değerli.  Annem ben küçükken her ay başında maaşını aldığında bana oyuncak bir bebek alırdı (Koleksiyonumu tahmin edersiniz :))Öyle bir alıştırmıştı ki beni bu duruma. Büüyüdüğüm halde eline bakar olmuştum maaş günlerinde. Yine bir maaş günü :) okuldan eve geldim. Anneme bakıyorum. Hani bebeğim nerde gibisinden :) Ne oldu dedi bana, ne nooldu yahu bebeğim nerde dedim. Bebek yok artık, kocaman kız oldun artık dedi. Bir başladım ki ağlamaya susturabilene aşk olsun. :) Annem de gülüyo hala ama umursamaz bi biçimde. Dedi ki git odana. Masamın üstünde bu bebecik bekliodu beni :) Ve bu son bebeğim oldu benim. Yani annemin aldığı son bebek :) Sonrakileri kendim aldım. Dün kıyafetlerini yıkadım. Giydirirken bişi farkettim. Hep derler ya hani işte, kadınların genlerinde var çocuk bakımı vs. Ne alakası var. Aklımız ermeye başladığından beri bebeklerle uğraşıyoruz. Kaan'ın üzerini değiştiriyordum geçen gün. Allahım dedim ne kadar marifetliyim, çocuğu sakatlamadan soyup giydirdim. Ah aptal Fatma, 12-13 yaşına kadar bütün bebeklerini soyup giydirdin. Tabiiki kolaylıkla becerirsin o işi :) 


Hepinize kucak dolusu sevgiler...


PS: İnşallah böyle sapsarı bi bebeğim olur. :)

Tamamen geri dönüşüm

Geri dönüşüm konusunda hassasım. Özelliklede kağıt tüketimimiz konusunda.Evde ayrıştırmaya pek önem veren bir toplum değiliz maalesef. Geçen yıldan beri atıklarıma daha fazla önem gösteriyorum. Çünkü bir tane dünya var ve herbirimiz onu ne kadar az kirletirsek ve yorarsak gelecek nesillere o kadar iyi bir emanet bırakmış oluruz diye düşünüyorum. Tabi bu sadece birkaç kişinin düşünce gücüyle yapabileceği birşey değil ama ben yinede kendi üzerime düşeni yapmak isterim. Her konuda olduğu gibi bu konuda da anneme minnet borçluyum. Bu tarz eğitimler ailede verilir çocuklara. Ben daha çok küçüktüm, hatırlayamıyorum yaşımı. İlkokula gidiyormuydum bilmem. Bir seçim vardı. Genel seçim vardı. (Googledan baktım 1987 imiş yani ben 6 yaşındaymışım. Hay gözünü sevdiğim google :)) İlk hatırladığım sempatik lider Turgut Özal kazanmıştı. Neyse şimdi politikaya girmeyeyim hiç gelmez yazının sonu. Neyse işte seçim günü annem beni de aldı yanına. Oy kullanmaya gidiyoruz. Sıra bekliyoruz orda. Bir komşumuz geldi, annemle konuşmaya başladı, çok sıra var deyip gideceğini söyledi. Annem de gitmemesi gerektiğini söyledi. Kadın "Amaan benim oyumla mı belli olacak kimin kazanacağı sanki" demişti. Annem de tabiiki, senin oyun belirleyebilir, bir kişi bütün dünyayı değiştirebilir demişti. Tabi o böyle süsleye süsleye güzel kelimelerle kurdu cümleyi. Kadın da oturup bekledi bizimle. Anlatmak istediği şuydu. Bazen büyük toplumsal olaylarda, amaan adam sen de ben mi değiştireceğim diye düşünüyoruz ya işte o çok yanlış. Herkes üstüne düşeni, doğru olanı yapmalı bence. Nerden nereye geldim ama, bu örneği benim geri dönüşüm hassasiyetimi açıklamak için verdim. Geçen yıl işi abartıp organik gübre bile yapmıştım bir ara. Ve inanılmaz ama evden çıkan katı atıklar neredeyse 0 a düştü. Kat kat toprak arasına organik çöpleri döşedim. İki-üç hafta içinde çürüme gerçekleşti. Sonra organik gübreli toprak saksılardaki yerini aldı hemen :)

Bu aralar organik çöplere pek ilgi gösteremiyorum. Ama bahar da başlayacağım. Şimdilik sadece kağıt, pil, plastik ve cam ayrıştırıyorum. Tahmin edebileceğiniz gibi çöp üretimim çok düşük :) Geçtiğimiz hafta uzun süredir biriktirdiğim tek tarafı kullanmış kağıtları aldım ve küçük bir defter sayfası boyutunda kestim, yapıştırdım, ciltledim ve süsledim. Ortaya bu tek sayfaları kullanılmış, geri dönüşüm defter çıktı.Kocaman bir cilt oldu.

Bu uygulama bizim gibi bürokrasi delisi bi ülkede mutlaka benimsetilmeli. Fabrikalar, devlet daireleri, özel sektör mutlaka bu konuda sorumlu davranmalı bence. Ama bunu direk olarak üstteki yetkililere yüklemek de büyük hata olur. Herkes kendi çapında yapabilir bunu. İlla ciltleyecek yada süsleyecek diye bi kural yok. Amaç kağıtları maksimum verimle kullanabilmek.

Umarım çevreye verdiğiniz önem, çocuklarınıza verdiğiniz önemle eşdeğerdir.

 Onlara ait olan mirası yaşadığımızı hiç unutmamamız dileğiyle...Sevgiler.

Pembe uyku gözlüğü yaptım

Dün gece uzun zamandır yapmak istediğim fakat bi türlü fırsat bulamadığım bu uyku gözlüğünü yaptım. Geçen haftalarda Aşk-ı memnu denen sinir harbi dizide çok sevdiğim karakter Firdevs hanımın gözünde vardı buna benzer bişi. O daha farklıydı. Ben keçeden yaptım. İstediğim gibi kirpik bulamadım. Kuş tüyü kullandım ben de iki-üç tel. Uç kısımlarda. Türkan Şoray'a benzedi gözler :) Benimizi de kondurduk bir çırpıda. Ortaya bu uyku gözlüğü çıktı işte :) Ve  hemen Pasaj'a doğru yola çıktı :)
 

Kocaman kocaman sevgiler...

Kibritçi kızın kutusu

Sevgili Kelebek Atölyesi geçtiğimiz ay bir etkinlik düzenlemişti hatırlarsınız. Kibrit kutusu oyunu oynamıştık. Kutumu alalı bir haftadan fazla oldu ama elim erip de bi resmini çekemedim. Kısmet bu sabahaymış. Sevgili blogger arkadaşım Corcorella benim kibrit kutusu eşimdi. O da heyecandan fotoğraflamayı unutmuş ben de. O yüzden benim hazırladığım kutuya ait bir fotoğraf yok elimde. Bu sevgili Gülşen'in kutusu ve kokoş tam benlik hediyesi :) Bayıldımmm

 
Polar kumaşla kaplanıp, kurdelayla süslenmiş şirin kutum.


Bu da kutunun içinden çıkan uyku gözlüğüm :) Biraz kırış kırış oldu kusura bakmayın, çünkü  bunu takıyorum artık. Eski uyku gözlüğüm kapkaraydı bu daha şirin. :) 
Gülşenciğime kocaman teşekkürler ediyorum tekrardan. Ve hepinize kocaman sevgiler...

Bunlar da ilginizi çekebilir...

Related Posts with Thumbnails