31 Aralık 2010 Cuma

Kocaman bir bilek ve doktor fobim :(

Az önce ne yazacağımı düşünürken aklıma şu geldi. Sanırım en başarılı yazılarım hastalıklar ve hastalandığımda başıma gelenler hakkında olanlar. Ki ömrü hayatımın en korkunç şokunu anlatmak şu anda bana çok mantıklı geldi. O zaman kemerlerini bağla sevgili okuyucu. Zira bu öykü çok heyecanlı...
Bundan günler günler önce.., sanırım üç hafta önceydi. Yeni iş değiştirdiğim zamanlar. Yurttaki kızları özlüyorum ve görmek istiyorum. Ve kızlara bir ziyaret gerçekleştiriyorum. Gece saat 12.30 suları, oturmuş harıl harıl dedikodu yapıyoruz. Ayağımı popomun altına almışım. Anlatıp duruyorum. Cici bebeklerimden Tuğçe'ye çantamdan birşey göstermek üzere ayağa kalkıyorum. Ve aman allahım "katurt" diye bir ses. Ayağım kocaman popomun altında uyuşmuş ve ayağa kalkınca sağ adımımı atar atmaz da burkulmuş ve o korkunç ses çıkmıştı. Tabii acı da cabası. Kızlar yerlerde gülmekten ölüyolar o ses neydi diye. Ben saftirik ise koptu galiba diye söyleniyorum. O kadar korkuyorum ki nefes alamıyorum. Kızlar bir yandan iyi misin diye soruyorlar bir yandan da gülüyorlar. Ben de ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Ayağımın üstüne basmaya çalışıyorum. Ve gözüm aşağı kaydığı anda içim eriyor. Bileğim kocaman balon gibi şişiyor saniyeler içinde. ben yaşadığım şok yüzünden bayılacak gibi hissediyorum. İçim daralıyor. Kızlar hala panik halde yüzüme bakıyorlar. Ama seslerini duyamıyorum. Uğultu şeklinde geliyor sesleri. Sonra biraz hava almak üzere pencereye yöneliyorum. Ve gerisini hatırlamıyorum :) Evet küt diye düşmüşüm yere. Kafam kitaplık ve radyatörün arasına sıkışmış. O sırada az önce kikkirdeyen küçük böcüklerim korkudan şoka girmişler. Bütün yurdu ayağa kaldırmışlar. Ölü gibi yattığımı görüp, korkup yanıma gelememişler. Daha bi cesaretli bebek Selincim (annesi hemşire, sanırım bu cesaret ondan) kafamı kurtarıp, ayaklarımı yükseğe kaldırmış. Kendime geldiğimde etrafımda birsürü kız, ve yoğun bir uğultu. İntern kızlardan biri gelip gözlerime bakıyor. "Beyza lütfen herkese iyi olduğumu söyler misin?" diye diretiyorum. Zira tutturmuşlar hastaneye gidicez diye. Yahu benim birşeyim yok. Olsada gitmem. İyiyim ben. Heeeeç. Kime konuşuyorum. simit almaya diye dışarı çıkıp, acilde alıyoruz soluğu. O sırada diğer intern bebekim Ebrucuğuma da haber vermişler. Onun bi arkadaşı (ki kendisi sanıyorum gelmiş geçmiş en yakışıklı doktor olucak mezun olunca) bizi acilde karşılıyor. Ne oldu, nasıl oldu? -Eeee benim bişeyim yok. Doktorları pek sevmem, hastaneleri de, gitmek istiyorum :D hahhahah tepkiye bak ya. Kıvanç tatlıtuğ sana diyoki neyin var? Sen de diyorsun senden nefret ediyorum!+%&^!!! Şu anda anlıyorum ki kafamı gerçekten çok sert vurmuşum :D
Neyse efenim hemen kafa filmi çekildi. Az bi şişlik vardı çünkü. Tabii birşey çıkmadı. Ben de söylene söylene çıktım hastaneden. Bu arada Ebruya telefonda ne yakışıklı arkadaşların var senin diyorum, kız bana nasılsın diye sorarken :D ahahhahhaha ve sonra geliyoruz eve.
Ayağıma baktırmıyorum bile. Çünkü bildiğiniz üzere hastanelerden gerçekten nefret ediyorum. Öyle korkunç bi anım falan da yok ama. Neden bilmiyorum, doktora gitmek benim için azap. Ayağım nasıl olsa geçer dedim. Şu anda 3 hafta geçti üzerinden. Hala topuklu ayakkabım giyemiyorum. Ayağım da bu halde.

Ha bu çok iyi bir şey diye mi yazıyorum. Hayır! Sizin sakın benim gibi eşeklik etmeyin diye yazıyorum. Bi de beni öyle korkudan bayılmış halde düşünüp gülebilmeniz için :) hahhaah

Herkese kocaman öpçükler ve sağlık fışkıran günler dilerim :)

30 Aralık 2010 Perşembe

İbibik saçlı Christian :)

Günler günlerin ardından, tatlı yazın sonuna geldik. Kış insanı olamayan ben için bu çok acıklı bir durum olmasına rağmen, genelde kış ayları tasarım ve üretim gücümün tavan yaptığı aylardır. Yaz aylarında fellik fellik gezmekten fırsat bulamayan bünyem, kışın şirin panda gibi nadasa çekilir ve gelsin craft, gitsin craft.
Birkaç yazımda çok sevgili arkadaşım Zişan'dan bahsetmişliğim vardır sanırım. İşte bu dünya tatlısı arkadaşım moda tasarımı kursuna başladı. yaklaşık 8 aylık bir eğitim alacaklar. Ders planlaması ve devam zorunluluğundan anladığım kadarıyla oldukça sıkı bir eğitim alacaklar. Tabi bu durum benim için tam bir üzüntü sebebi. Zira hep okumak istediğim bir bölümdü moda tasarımı. Sadece kafanda yada oluşturmakla bitmeyen bir şey bu. Teknikleri, yenilikleri sürekli takip edip, öğrenmek zorunda olduğun bir meslek. Şimdi ciddi ciddi işten ayrılıp eğitim almayı düşünmekteyim. Eskisi gibi gözü kara olmadığım için artık bu konuya birkaç gün ayırmam gerekecek.
Dün akşam Zişan'ın eşinin şehirdışına çıkması münasebeti ile, kızkıza pijama gecesi etkinliğimizi gerçekleştirdik. Önce olağan Korupark ziyareti, ardından da evde sinema eğlencesi diye düşündük ama, sabah 7 de kalkıp işe/okula gidecek olan bizler için sinema faslını es geçtik. Onun yerine en sevdiğimiz yarışma Project Runway'in eski bölümlerini izledik.


Favorimiz onun birinci olduğunu bilmesek de Christian Siriano olurdu. Tam bir çatlak, ve deli gibi kendini beğenen bi adam. Onu izlemeye bayılıyorum. Diğer yarışmacılara laf sokmalarını, kendinden emin "en güzel benim tasarımım" deyişini, çılgın kesim saçlarını, kıvırta kıvırta yürümesini yani adamın tamamını büyük bir hayranlıkla izliyorum. (Sabahın köründe uyanıp, saçlarını düzleştirmesi de ayrıca takdirimi kazanmıştır, dişi olarak kendimden utandım)


Bu haftaki avangard kıyafetine bayıldım. Kendisinin cümlesiyle "Akıllardan çıkmayacak bir tasarım" idi. İki gün içinde bu kıyafeti tasarlayıp diktikleri için (Ve yanınada bir tane casual kıyafet tasarladılar) aklımdan asla çıkmayacaklar.
Yazının devamı 30 Aralık'ta editlendi!
Büyük beceri ve emek. Hayran hayran izledikten sonra, ki o dönemde pek bi fikrimiz yoktu bu tarz üzerine; adam resmen ikon olmuş. Birçok tasarımcı değişik versiyonlarını kopyalamış kıyafetin. Ve şu anda da kendileri ünlü bir modacı. Web sitesi için buradan buyrun.
Sonuç olarak Christian bana, ve Zişocuğuma büyük ilham kaynağı, ve biz onu daima takipteyiz. Sevgiler kocaman

Gerginim, bızt bızt elektrik çarpıyor beni ühü :(

Uzun süredir üzerimdeki gerginliğin sebebini düşünüyorum. Bu sabah ciddi ciddi psikologa gitmeyi düşündüm. Sanırım yeni iş stresi ama işyerinde bu stresten yada öfkeden eser yok. Sonrasında bildiğiniz Miss Hyde oluyorum.
Bu sabah Kpss sonucumu öğrenebilmem için gerekli şifreyi almak için kampüsteki Ösym bürosuna gittim. Kimse yoktur, hatta belki ofis kapalıdır diye düşünürken, kocaman bi kuyrukla karşılaştım. 20 dakika bekledikten sonra nihayet sıra bana geldiğinde, hanımefendinin biri kuyruğun sonundan pat diye önüme geçti. Zaten sinir stres bir milyon bende, başladım bağırmaya :) Arkası dönüktü bana, omzuna dokundum, "Pardon biz yarım saattir burda bekliyoruz, sıranın sonuna geçer misiniz?" dedim. Tık yok. "Size söylüyorum hanfendi." "Ben personelim" Ana! Sanki Nasa'da astronot. "Beni ilgilendirmez, ben de başka bi yerin personeliyim, sıranın sonuna geçin lütfen" Kadının cevabı beni bitirdi; "Sizinle tartışmıycam" ahahhaha Tartışmayacakmış. Ben de verdim veriştirdim. Kayırmacılık bu memleketin her yerindelerden, saygısız insanlar işte ye, orda oturan görevliyi şikayet edeceğimden, arkamdakilerin sürü gibi tepkisiz olduğuna. Bütün içimi boşalttım. :) O görevliyi gerçekten de şikayet edecektim. Adamın tepkisi şu oldu; "Ben kapının arkasındaki sıraya karışmam". Dua etsin ki hava buz gibiydi ve acelem vardı. Yoksa onunla deli gibi uğraşırdım bunca stresin üstüne. Velhasıl adamcağız tırsıp, normalde 5 dakikada aldığı şifreyi, 30 saniyede alıp bana verdi. Labada lubada, söylene söylene ofise geldim. Neyseki solaryumda geçirdiğim 20 dakika sakinleşmemi sağladı. Sonrada hemen Kpss sonucuma baktım. 75,688 puan, yüzümde gülücüklerin açmasına sebep oldu. Tabii biraz da üzüldüm. Çünkü hazırlanmadan girmiştim sınava. Keşke biraz çalışsaydım. Belki daha iyi bir puan alabilirdim. Velhasıl günüm berbat başlayıp, güzel devam etti. Bakalım günsonunda hala aynı cümleyi kurabiliyor olacak mıyım? Sevgiler efenim :)

Fatmagül İstanbul'da

Evvet uzun bir aradan sonra yeniden merhaba!
Beni özlemiş olabilme ihtimalinize karşı hepinizi sımsıcak ve kocaman sarıp sarmalıyorum. Dile kolay tam iki ay olmuş yazmayalı hatta neredeyse üç ay. Uzun süre. Efem bu zamana kadar nerdeydim, neler yaptım, hepsini tek tek anlatacağım. En son yazım 4 Ekim tarihli Mr. G yazısı. Ekim ayı yoğun tempolu geçti. Taşındım. O kadar yorucuydu ki. Hiçbirşeye zamanım yoktu sanırım. Ekim sonunda, sanıyorum 27 ekimdi, İstanbula gittim. Sevgili arkadaşım Ersuncuğumun konseri vardı Peyote'de.
 Bu resimdeki yakışıklı bebek Ersuncuum :D O elektronik aletten kaldırmadı hiç kafasını. Boyun fıtığı olması yakındır.
Peyote ekibi böyleydi. İstanbul beni yağmurla karşıladı. Sırılsıklam olup kendimden geçtim :( Görüntü kirliliği için kusura bakmayın artık.

Ersundan sonra önce karaokeye gittik. Tabi önce bir posta daha ıslandık. Sonra da ses tellerimiz çatlayana kadar bağıra bağıra şarkı söyledik :)
a mulatto, an albino, a mosquito, my libido yeah :D

Sonrada sabahın üçünde Rıddım diye bi yere gittik. +18!!!
Genç ve süper yakışıklı adamın biri ufak bi striptiz şov yaptı. oy oy oy ne geceydi. Pascal Nouma'da ordaydı. Adam resmen bildiğin yakışıklıydı yahu :D Berhan domuşuğu yüzünden pek inceleyemedim kimseleri.. Zira striptiz yapan erkeği görmemem için gözümü kapatmak suretiyle fiziksel işkenceye maruz kaldım.

Sabah 6 da evdeydik. Uyandırma alarmım çalmaya başladığı için saati hiç unutmuyorum :) Tabiiki işkence bununla bitmedi. Sevgili anneciğim sabahın onunda uyandırma gafletinde bulundu beni. Ve sonrası flu :)

Sonra yakışıklı kankalarım süper bi kahvaltı hazırladılar da kendime geldim :) Ve durdurak bilmeden yeniden akşam oldu. Dışarı çıkma vakti geldi. Ha bu arada Gitana ve Jurate'den bahsetmedim. İki tatlı Litvanyalı bayan. İnanılmaz şekerlerdi. Eskaza "Nazdrovya" deyip kadeh kaldırdığım anda yüzleri garip bir hal aldı. Sonradan öğrendim ki ruslarla karıştırılmaktan nefret ediyorlarmış :) Neyse efem bu kez daha usturuplu kendimizi fazla dağıtmadan Kumkapı'da aldık soluğu.
Kumkapı İstanbul'da en sevdiğim yerlerin başında gelir. İki büyük aslan sütünün (ikincisi sadece Cengiz ve bana aitti) dibini görüp, kafalarımız en iyi noktada geceyi sonlandırdık. Sabah benim için kabusa döndü o ayrı. Sabah feribotunu kaçırdım. Sonra otobüsle Bursa'ya dönmek zorunda kaldım. Ama herşeye rağmen mükemmel zaman geçirdim. Yeni tanıştığım arkadaşlar, güpgüzel İstanbul görüntüleri yeteri kadar doyurucu oldu.

Bir yazının daha sonuna gelirken, devre etkilerini şöyle özetleyebiliriz;
  • Yağmurlu İstanbul'da taksi bulmak gerçekten mümkün değilmiş.
  • Bu İngilizler çocuklarını daha bebekken şımartmamaya ve eğitim vermeye başlıyorlar, saygı duydum.
  • Sema ve Fatoş teyze soo cool&sweet.
  • Berhan beni yellenerek uyandıran ve kaşı gözü yarılmayan tek insan evladı :)
  • Cengiz bildiğiniz ahtopot çıktı haberimiz yok.
  • Gitana; i like you so much but i guess i ll like your bro better than you lol ;)
  • Jurate; i miss you already :)
  • Ersun; dostum ama en çok senden hoşlanıorum. Boyuna dikkat muccaks 
  • Son nokta size ey sevgili okur; özlemişim yahu :) kisses a lot

4 Ekim 2010 Pazartesi

Yeniden Mr.G

Bu haftasonu (Pazar sadece, malum benim tek istirahat günüm Pazar), her haftasonu olduğu gibi Trilyedeydim. Pazar sabahı evden çıkıp, kulaklıkları takıp müzik dinlerken, sıra şarkıcı Tan'a geldi. Ve o anda aklıma Bay.G düştü yeniden. Bay.G ve benim en son maceramızdan bu postta bahsetmiştim. Şimdi ona göre tatsız, bana göre komik olan hikayeyi yenileyip onun canını sıkmıycam. Çünkü kendisi bana ültimatom verdi. Ve açıkçası korkuyorum :D Birkaçgün önce telefonumu değiştirip, rehberimi yedeklemeyi unuttuğum için tüm telefon defterim yokoldu. Mr.G ye yazdığım mesajı yollayamayacağımı "Kime" sekmesine boş boş bakarken anladım.



Eylül ayı başında ay sonuna doğru İstanbul'a geçeceğini ve İzmir'e dönerken haberleşeceğimizi söylemişti. Ama arkadaşım yani bu kadar mı olur. Eve geldim. 2 saat sonra telefon çaldı. Ve biz bir 2 saat sonra buluştuk. Onun daha önceden de geldiği şirin balıkçıda oturduk. Ben küs olduğum Yeni Rakı ile barıştım. O bilmem kaçzaman önce yediği ithal kalamarın heabını sordu. Mr.G yanında en çok eğlendiğim ve sevdiğim arkadaşlarımdan bir tanesi. İnsan ilişkileri o kadar sağlam ki, sanki o bana dünyadaki her işi layığıyla yerine getirirmiş gibi geliyor. Akşam restoran sahibiyle diyaloğu, sigara içmek için saklandığımız çiçeklerin yanındaki masada oturan tatlı İzmirli bayan ve oğluyla sohbeti, Yalova yolu üzerinde bi lastikçide (ki geç kalma sebebi) lastiklerini bi çırpıda değiştirme hikayesi, Bau daki  yine İzmirli (Ne çok İzmirliyle karşılaşmışız akşam :D) çocukla diyaloğu... Görmeniz lazım anlatamıyorum. Böyle onu alıp hiç yanınızdan ayırmak istemeyeceğiniz mükemmel bi adam işte. Hem çok eğleniyorum, hem de bazı derin konulara girdiğimizde özellikle siyaset yada din gibi gerilmiyorum. Sadece karamsarlıktan dolayı biraz üzülüyorum ama hepsi bu. Bu zamanda en amiyane tabirle "aynı telden çaldığınız" birilerini bulmak çok zor. O yüzden Mr.G iyiki arkadaşımsın :) Seni çok seviyorum.



Yemek ve birkaç duble rakıdan ve süper bir sohbetten sonra Görükle'ye geldik. Yaşadığım yerden hiçbir postta bahsetmemiştim aslında şimdi paragrafı kurarken bunu farkettim. Burası Uludağ Üniversitesi kampüsünün yanında neredeyse tamamı öğrencilerden oluşan bir kasaba içinde barlar, cafeler, parklar, restoranlar bulunan. Ve hiç uyumayan. Gece saat 4 te bile dışarı çıksanız parklarda oturan, yada cafede içkisini yudumlayan, yada yürüyüşe çıkmış insanlarla karşılaşabilirsiniz. Herzaman aktif ve yaşayan bir yer burası. Bursada alkol satışının serbest olduğu birkaç kurtarılmış bölgeden biri. Peh demokrasiymiş. Yeşilaycılara var demokrasi bu ülkede. Neyse germeden kendimi bu konuyu es geçiyorum.(Dipçik not: alkolik değilim ama istediğim anda istediğime ulaşamamak, özgürlüğümün kısıtlanıyor olması yani, iğrenç bir his)

Mr.G sevdi burayı. Bau adındaki güzel cafede votkayla devam ettik sohbete. Ersuncuumun geçen sabah, sabah sabah içtiği ve önerdiği Smirnoff North'u test edelim dedik. Ersunun önerisi de "sek iç" olmasına rağmen hangi akla hizmetle energy ile içtiğimizi bilmiyorum. Velhasıl ağzımızda meyvesuyu tadıyla evin yolunu tuttuk. Aslında burda kavşakta çevirme yapan polis memuru beylerden bahsetmek isterdim ama, dediğim gibi çok sert bir ültimatom aldım. 10 Nisan 2011 sonrasında istediğim gibi bir post yazacağım umuyorum. Hiç korkum olmadan. (Bu tarih onun psikoloji testine gireceği tarih, bikaç tek attıktan sonra girmeyi diliyor kendisi :D Ah keşke yanında olsam da görsem o diyalogları :D

Sonunda eve vardığımızda hala birşeyler içecek modda olduğumuzu gördük ve bir votka energyle kapanışı yaptık. Ama ne kapanış. Küçücük minyatür bozması evimde buz olmadığı için buzluktaki karları attık bardağa :D Hayatımda hiç karlı votka içmemiştim. Eğlenceliydi. Ha bir de Altay muhabbetimiz var ki akıllara zarar. Yahu ben nerden bileyim Altay diye bir takım olduğunu. İzmirli miyim ben? Zaten bu top topaç işlerinden anlamam. Sadece bu yıl şampiyon olduk onu bilirim, futbolcuları bile tanımam. Bir Volkan'ı tanıyorum kişisel olarak. Mr.G hangi takımlısın? Dedi Altay dedim o ne? :D hahahha asrın hatası. Vay anam koskoca Altay 1914 te kuruldu da bilmemne. Dedim o daha kötü, o tarihten beri adınızı duyuramadıysanız, şampiyon olamadıysanız yazık :D Bu satırları okurken delleniyorsun biliyorum. Ama bak şu da var ki G hocam, sen sevip tutuyorsan vardır hikmeti dedim ve araştırdım. Gözlerim yaşardı gerçekten. Neden renklerinin siyah-beyaz olduğunu ve neden isminin önüne "Büyük" eki aldığını bildim öğrendim. Merak edenler için tık tık. Bundan sonra fahri Altaylıyım ben.

Gelelim sonuç bölümüne; Akşam yuvarladığın içkiler, sabah beynini deler bu bir,
Mudanyanın yeleken havasını bilip öyle tiril tiril ince bir hırkayla çıkarsan sokağa o grip hiç geçmez bu ikiii,
Ah Mr.G sen istediğin kadar tembihle bu kız hep burnunun dikine gider ve hep yazar, dur bakalım bunlar çok iyi günler, daha neler yazıcam, iyi kötü ne yazarsam yazayım, sana değer verdiğimi ve sevdiğimi bil bu üç.
Biraz Mr.G'ye mektup gibi oldu sevgili okuyucu ama napiim kusura bakma artık. Hepinizi tek tek öperim, sevgiler...

18 Eylül 2010 Cumartesi

Fatma Özen; Kızkurusu ve çatlak...



Geçenlerde şu postta bahsetmiştim kızkıza gecemizden ve Bridget Jones faciasından. Ve yepsyeni günlüğümden. Ve evet biraz çakma bir açılış cümlesi olsada, tam beni anlatıyor bu yorum; "Fatma Özen; kızkurusu ve çatlak"

Kızkurusunu kısmına pek çok arkadaşım katılmasa da (Özellikle de beni çok sevdiklerini düşündüğüm, pohpohlamaya bayılan birkaç yakın arkadaşım), çatlaklık konusunda herkes hemfikir. Ama sanıyorum beni böyle kabul edip seviyorlar :D Sonuçta bu benim doğam.



Ayrıca bu çatlaklık durumu kemikleşmiş ve değiştirilemez olsa da, ilk kısım yani kız kurusu durumu, beyaz atlı prensin beygir gücüne bağlı. Ne kadar hızlı sürerse atını benim bu moddan kurtulmam o kadar kısa sürer diye ümid ediyorum (Yani hala ümid ediyorum, şimdi tam bir polyanna oldum işte). Tabii aslında bunu çok özlediğimden yada ihtiyacım olduğundan değil. Hepinizin malumu; bu aşk-meşk işleri kaçıncı yüzyılda olursak olalım, 8. Henry'nin sarayında dönen entrikalardan farksız. Savaş oyunu misali. Ne kadar karşı olursak olalım acı gerçekler bunlar. Hep bir iktidar savaşı ikili ilişkilerde. Bunlardan sıyrılıp yanlız başına kaktüs misali yaşamaya başladığınızda da bir süre sonra rahat batıp; allahım niçün benim bir sevgilim yok moduna giriyorsunuz. Yani bildiğin kısırdöngü. Ne onlarla oluyor, ne de onlarsız.

Ve ben bu ruh hali içerisindeki gel-gitlerde yaşam savaşı veriyorum :( Bu son cümle biraz üzücü olsa da, şimdilik halimden memnunum. Buradan şimdi ismini verip rencide etmek istemediğim çok sevgili bazı yakın arkadaşlarıma sesleniyorum; Evlen, sevgilin olsun, çiftleş, üre diye başımın etini yemeyin. Girdiğim en son savaşın tazminatı epey ağır oldu. Hala ödüyorum. Ekonomi iyileşmeden başka savaşa girecek gücüm yok. Kendimi topladığımda elimde savaş baltaları Zeyna misali, dünyanın en bahtsız (ki bana çatmış olacak)beyaz atlı prensini bekliyor olacağım. Ve bu sefer galip çıkan taraf ben olacağım ;)

Sevgiler, saygılar...

17 Eylül 2010 Cuma

Fahri Son Kilitçi ünvanı istiyorum ben :D

Yıllar yıllar önce ben daha küçümenken ve güzel Bursa'da henüz hiçbir AVM yeşermemişken, İstanbullu bir arkadaşın ağabeyi şimdi ismini hatırlayamadığım bir AVM'de kokoş bir mağazada (sanıyorum Beymen idi) müdürlük yapıyordu. Geleni gideni, vitrinlerini öyle bir güzel anlatırdı ki ben gariban, hafızasının aldığı ve gördüğü en kokoş mağaza vitrini İntamdaki Vakko mağazası olan küçük kız, hevesle onu dinlerdim. O yıllardaki hayalleri tasarım-kesim-dikim-üretim olan benim için mağazaların anlamı çok büyüktü. Kesinlikle ve kesinlikle hepsine gereken özen gösterilmeli, vitrin tasarımlarına saygı duruşunda bulunulmalıydı. (Hele o kocaman vatkalı gömlekler, uzun siyah etekler giymiş mankenleri izlemek sanıyorum bütün 80'li yıllar bebelerinde aynı haleti ruhiyeye sebep olmuştur)

Ve yıllar yıllar sonra Mall'ler pire gibi her yanı sardıktan ve zincir mağazaların sayısı mantar gibi çoğaldıktan sonra şöyle iki-üç saniye göz atıp geçme dönemi başladı benim için. Çoğu birbirinin aynı/benzeri mağaza tasarımları bu ilgimin sönmesinin baş sebebi. Velhasıl hiçbirşey eskisi gibi değil. (Bu cümle yaşlandığımın kesin kanıtı) Ama ben hala vitrin tasarımlarını ve ürünlerini beğendim birkaç mağazanın içerisinde kendimden geçene kadar dolaşmaya bayılıyorum.

Hal böyle olunca, ve ben artık çalışan zavallı bir köle olduğum için, sınırlı zamanlarda uğrayabiliyorum alışveriş merkezlerine. İş çıkışı çok sevgili bebeğim Zişan ile 2-3 saatlik zaman dilimini en verimli şekilde kullanmak üzere atıyoruz kendimizi ışıltılı vitrinlerin kucağına :D

Yemeklerimiz bile bu aceleden nasibi alıyor. Yemeden yutup, alelacele kahvelerimizi içip (Bu arada buradan Kahve Dünyasını geçen akşam ki rezil servisi yüzünden kınıyorum, tamam o gün çok bakımsız olmuş olabiliriz ama bir kahve içmeyi haketmiştik) başlıyoruz ayaklarımıza kara sular inene dek dolaşmaya...

Ayakkabılar, çantalar, etekler, t-shirtler, gömlekler ve elbiseler derken, o saçma anonsla kendimize geliyoruz. :D Alışveriş merkezimiz az sonra kapanacaktır, vır vır vır, dır dır dır... Ne gereksiz bir anons :(


Ve apar topar korkunç-ıssız otoparka inip evimizin yolunu tutuyoruz. Bu artık bizim rutinimiz oldu sanırım. İlk seferinde epey komik gelen bu durum artık can sıkıcı olmaya başladı. Çünkü sınırlı saatlerin olduğunu bilmek bünyeme hiç iyi gelmiyor. :( Acele etmeyi hiç sevmiyorum zira.

Sonuç olarak birgün beni kameralarda tam çıkış saatinde salya sümük ağlarken  izleyecek AVM yetkililerine sesleniyorum. Korupark'ın anahtarlarını bana verin. İşimi hallettikten sonra sessiz sedasız kilitleyip çıkarım ben. Sabah masaj koltuğunda uyuya kalmış bulursanız da ses etmeyip, üstümü örtün. Çünkü ruh sağlığım tehlikede. :D Sevgiler ve koccaman öpücükler...

16 Eylül 2010 Perşembe

Bugün ne giydim?-2

Farkındaysanız bugün ne giydim olayına iyiden iyiye alıştım. Bu ikinci post. Bakalım ne zaman sıkılacağım? Dün aldığım güzel gazlar sayesinde gerisi gelecektir umuyorum :D



Şu anda kimin blogunda/twitterında/facebookunda okuduğumu hatırlamıyorum ama, söz çok doğru; fazla vakit yoksa siyah her daim kurtarıcı. Gece 1 de uyuma neticesinde sabah 8 de uyanamadım. Ve tabiiki sonuçta Little Black Dress günü kurtardı. :D Bu sonbahar en çok bu elbiseyi giyicem sanıyorum. Çok rahat ince bir triko. Göğüs altındaki ince pli de göbiş gizlemek için 10 numara :D Pazar Creation

Ceket ise geçen kıştan beri üzerimde. O kadar çok sevdim ki hem kesimini, hem de kumaşını. Tam benlik velhasıl. Zara

Pabuçlarımı ne zaman aldığımı hatırlamıyorum bile. Ama şu küçük siyah elbise konbinlerinin vazgeçilmezi. Hala şaşırdığım nokta ise içi şarap dolmuş olmasına rağmen hala kokuşmaması :D (Ah ishak ah :D) Nine West

Kocaman yüzüğüme hep çanak anten dediler, ilk defa geçen hafta birisi yaratıcılığını konuşturdu; Ne o öle yumurta sahanı gibi kocaman?! Benim şahsi fikrim tam bir vok havası var yüksüğümde :D Görüklede şirin ve orjinal takılar satan bi yerden aldım. Hem de süper ucuza :P

Küpelerim de Sedoşumun nişanı için alınmıştı. Hımmm küçük bi hesapla sanıyorum 3 yıl önce. Kapalıçarşı altgeçitteki Güney gümüşten. Harika takıları var. Gümüşsever Bursalılar es geçmesin.

Geldik bir ne giydim postunun daha sonuna. Yapımda ve yayında emeği geçen futraf makinemin SelfTimerına, ve yeni resim düzenleme programım paint.NET'e sonsuz teşekkürlerimi sunar, hepinizi en kocamanından öperim :D

15 Eylül 2010 Çarşamba

Çok şükür oldu :D

Aylardır hep özendim, boynum büküktü, allahım benim de bir tanecik olsun dedim hep, hep umutla bekledim olacağı günü, bütün bloggerların en az bir tane vardı, piki benim neden yoktu, hiç mi olmayacaktı, bu makus talihi yenemeyecek miydim, sabırla bekledim, çok zor oldu benim için, ama sonunda oluyor işte, nihayet benim de bir "Bugün ne giydim" yazım oluyor :D
Şaka bir yana çok fazla fotoğrafım yoktur. Kendi fotoğrafımı çekebilmek ise işkencedir tam anlamıyla benim için. Ama bugün yeni makinamın şerefine en çok istediğim postu yazıp, kendimi bir güzel fotoğrafladım. Kış moduna girdiğimi söylemiştim daha önceden. İşte ilk kombinim :D Makyajsız saftirik suratım ve özensiz saçlarım için özür. Yüz gizlemeyi öğrenir öğrenmez papatya koyucam kafa kısmına :D Koccamaaaannnn :D


Ayyy şimdi gelelim kombine :P (Hiç yakışmıyo ağzıma)
Apolet modası geçti vs.vs ama ben sevdim bu kazağımsı üstü. Zişo buldu bunu Zara'da ama maalesef sadece L vardı :D mihiihihi benim oldu.
Taytı pazardan aldım. Böerşka'da gördüm, pazardan aldım :D Bayılırım zımbaya
Botçuklarımı geçen hafta aldım. Zara. Yerden yağmurun izleri geçene kadar giyicem :D Hep yağmur ve kar yağsın, hep bot giyelim :D
Beyas küpelerim Selin, Sevim ve benim veda gecesi hediyelerimis :( Ne güsel bi akşamdı allahım. Ne kadar özledim sizi cazular :( mühüühüh

Yahu aslında kolaymış da "Ne giydim" yazmak, anlatırken ben biraz konuyu dağıtıyorum sanırım :( Neyse bu ilk, acemiliğime verin :D xoxo

13 Eylül 2010 Pazartesi

Birkaç tane almışlığım var ama...

Şimdi anlatacağım hikaye, yaşanan onca acı yada kötü olaya rağmen şu an itibari ile hala gözlerimden yaş gelerek gülmeme sebeptir. Nerden aklıma geldiğiyse; Ediciğim burada anlatmış kendi hikayesini. Onu okurken benimki geldi aklıma :D
Sanıyorum 2003 yazıydı. 28 Ağustos 2003. 22 yaşında girmiş taze doğumgünü kızı. Erkek arkadaşım Selim beni alıp günboyu arabayla dolaştırır. Hiçbir plan yada amaç yok. Öyle geziyoruz. Doğumgünüm olduğunu bildiğinden bile emin değilim. Birşey söyleyemiyorum da. Ne diyebilirim ki? "Aaaa bugün benim doğum günüm hadi bişiler yapalım?!!?!?" öylece kalakaldım. Havadan sudan sohbetler. Akşamüstü üniversiteden arkadaşım Arzu'ya gittik. Tabi ben sinirden zangırdıyorum. Mutfakta verip veriştiriyorum. "Nasıl unutur doğumgünümü, ben bunu hakedecek ne yaptım tanrım, ayrılıcam bu akşam" bilmemne bilmemne... Tabi henüz şokun büyüğüne girmediğim için sadece sinir oluyorum.
Yanına gidiyorum, gözlerinin içine bakıyorum gözlerimi açarak, bekliyorum ve ağzını açıyor işte; "Acıktım bişiler söyleyelim mi?" Doğumgünü akşamımda evde yemek yiyorum allahım :D Neyse Arzu da benim tarafımı tutmaya başlıyor. Bu kadar duyarsız mı? 3 aydır birliktesiniz hala doğumgününü bilmiyor mu? Bir de güzel gazlanıyorum. Tabi bu konuşmalar yine mutfakta cereyan ediyor. Salona döndüğümde ise artık bende şarteller atmış durumda. Adam kanepeye yayılmış elinde kumanda Kemal Sunal filmi izliyor. Başlıyorum ağlamaya :D Arzu konuya hakim tabi. Selim "N'oldu hayatım falan diyo" Tabi ben o sırada nasıl yanlız kalsak da seni bi güzel haşlasam diye düşünüyorum. Kafamda milyon tane ses; "Beni eve bırak sinirlerim bozuk" diyorum. "Uykum geldi uyuycam" :D Ama bu sözleri söylerken bağırıyorum. Tamam diyor bizimki. Çıkıyor. Benzin alıp 10 dk.ya dönücem diyor. Ben bağıra bağıra ağlıyorum. Arzu şokta. Sen nasıl böyle duyarsız bi adamla birlikte olursun vaazları verio. Derhal ayrılmalısın. Aaaa delimisin beni eve bırakır bırakmaz kapıda elvada diycem.
Gözyaşları içerisinde arabaya biniyorum. Veee
Suratımda kocaman bi şaplak. Arabanın içi kırmızı gül yapraklarıyla dolu. Ve beyefendinin elinde kocaman bir buket gül. Unuttuğumu sandın dimi deyip pis pis sırıtıyor. Kem küm, hık mık. Başka hiç ses çıkmıyor benden. Hala trip atıp sinirimi çıkarma derdindeyim çünkü. Sonuçta hiçbişi yapmadık. Pek romantik olduğumda söylenemez zaten. Anlık etkilenmem geçip yerini yeniden sinirli ruh halim alıyor. Sonra cebinden o küçük yüzük kutusunu çıkarıyor. O anda bile hala içinde yüzük olma ihtimalini düşünmüyorum açıkçası. Sinirli olduğum anlarda hiç mantıklı düşünemem :D
Aldım kutuyu açtım, işte şimdi kafeslenmiştim :D Allahım nedir bu kadın milletinin genlerine işlemiş mücevher tutkusu? Yüzüğü kutudan çıkarıyorum ama arkasında da birşey geliyor. Küçük bi kağıt parçası. Üzerinde "Benimle evlenir misin?" yazıyor. Ve işte o an itibarıyle bitiyorum :D Birkaç tane daha almışlığım var ama sanırım bu, aldığım en romatik evlenme teklifiydi :D
Gelelim sonuç kısmına :D
-Birgün bu yazıyı okursan Selim; o gece hiçbir aksiyon olmasaydı seni yeminle öldürürdüm :D
-Arzucuğum nerelerdesin? Görüşemiyoruz.
-Yeni sevgili adayına Spoiler; Romantik olucam diye imanımı gevretme. Ver tek taşı kurtul. Hiç romantik diilim zira. Gelemiyorum böyle oyunlara :D

4 Eylül 2010 Cumartesi

Ne oldum? Wampir Bridget mi? Anaaaaamm :( Korkarım ya ben wampirden :(


Tam bir haftadır wampir modunda salınan ben, uykusuzluğun getirdiği saçmalamanın bu postu yazmama engel olmamasını umud ederek başlıyorum neler olduğunu anlatmaya :D
Geçtiğimiz salı günü, çok sevgili arkadaşım Zişan ve ben, Zişan'ın eşinin iş toplantısı için şehir dışına çıkmasını da fırsat bilerek, mikemmel bir gün geçirdik. Önce büyük AVM'leri tavaf edip, ardından tam bir pijama partisi yaptık.
Önce ofiste türk kahvesi ve kahve falı molası (ve tabiiki dedikodu); Aydancığım, Zişo ve ben umutsuz ev kadınlarını aratmayacak bir arkaplanda sohbetin dibine vurduk. Asli planımız, iş çıkışı kuaföre gidip saçlarımızı kestirmek olsa da, Sacha denen saç dünyasının Olympos'undan randevuyu koparamamızdan mütevellit, yerini "o zaman alışveriş yapalım" planına bıraktı. Tabi ilk önce midemizden gelen sesleri susturmamız gerekiyordu. Ve...
Soluğu Carrefour'da alıdık. Kanımca Bendensin Bursa'nın en iyi pideli köftesini yapıyor. Zira hiç bu kadar aşık olmamıştım önüme gelen tabağa. Tabii bunda oruç tutmamasına rağmen, oruçlu olduğunu zanneden zavallı midemin de rolü büyüktür. Velhasıl kocaman tabakları üç bilemediniz beş dakika içinde silip süpürüp, soluğu Starbucks'ta aldık. Şahsen favorim Kahve Dünyası'dır ama maalesef Carrefour'da yok. Daha sonra Aydiciğimin "Claire's de istediğin oje rengi (Nil yeşili) var" nidaları eşliğinde darmaduman ettiğim tükkandan ellerim bomboş çıktım. Yine... Eh bari şu Golden Rose 32'yi bulalım dedik, ki kendileri merkez depolarında bile bulunamayan nadide renktir. Şansa bakın ki, aylardır aradığımız rengi tek ve birtek ve defolu olarak bulup aldım gözyaşları içerisinde :D Siparişini de verdik. Telefonumuzu bıraktık. Nerede ne kadar bulurlarsa hepsini alacağız :D Sonra Zişan'a süper ötesi chic bi gözlük aldık. Ben beğendim. Görür görmez aşık oldum gözlüğe. Ama o Zişan'ın yavuklusu oldu. :D
Bu resimde kötü çıkmış biraz ama sapındaki kırmızı beyazlar tam pötikare :D
Carrefour'un tavaf işleminden sonra (Baba-oğul-kutsal ruhun babasına) Korupark'a yol aldık. Dar zamanlarda mağaza dolaşmaktan nefret eden benim gibi biri için son 1,5 saat kalmasını bilmek çok kötü bir durum. Moda blogları ve facebooktan takip ettiğim bloggerlar sayesinde, tüm mağazaların sonbahara hazır olduklarını biliyordum zaten. Gardropta mutlaka olması gereken, eksik parçalar bir bir oluşmaya başladı kafamda. Ancak Nine West e Zara'ya yetecek zamanımız kaldı. Küçük bi kahve molasından sonra tam çıkarken gözüme ilişen Clarie's de nihayet kendime has güzel birkaç oje buldum (Son zamanlardaki bu oje takıntım Ediciğimin marifeti galiba :D) Ve çok güzel birkaç şapka denemeye başlamışken gelen kapanış anonsuyla irkilip doğruca yola koyulduk. Kafkas'tan dondurmalarımızı alıp, evin yolunu tuttuk. Ve...
Televizyonun karşısına geçip sivilcelenme olasılığımızı bile bile kocaman bir kase çekirdek eşliğinde Project Runway'in eski bölümlerini izledik gözümüzü kırpmadan. Saat geceyarısı olduğunda, üstümüzde pijamalarımız, ellerimizde dondurma kaselerimiz, bir pijama partisi klasiği olan Bridget Jones'un Günlüğü ikilemesini her zamanki gibi kahkahalar ve aklımda "aman tanrım ben Bridget oldum" nidaları eşliğinde izledik. Her seferinde biraz daha kendime benzettiğim kız kurusu ve çatlak Bridget :(
Birinci filmin sonunda saat neredeyse 3 olmak üzereydi. Zişo ve ben gözlerimizde en ufak bir uyku zerresi olmaksızın birbirimize bakakaldık. "Aman saat 5 de biter 3-4 saat uyku da bize yeter" şeklinde birbirimize verdiğimiz gazlar neticesinde, ikinci filmi de izlemeye başladık. Tabi sonuç hüsran. Bridget Tayland'a varamadan  ikimiz de uyuyakaldık tv karşısında :D
Sabah gözüme giren günışığı sayesinde uyanıp, "allah seni nasıl biliosa öle yapsın Bridget" nidalarıyla, söylene söylene giyinip yeniden yola çıktık. Zişancığımla mıymıy bir kahvaltıdan ve bolca kafeinden sonra işe geldim. Zişan da kuaförün yolunu tuttu...
O gün bu gündür saat 4 ten önce uyuyamıyorum. Zavallı vücudum o kadar direniyor ki sürekli ateşler içerisindeyim. :( Bu akşam evimde rahat ve deliksiz bir uyku çekebilmek tek tesellim olacak. Ve yarın bütün gün plajda yayılmış olacağım fikri de bonus.
Konuyu toparlayıp bir özet geçersek;
-Ne erkek arkadaşlar, ne kocişler, hiçkimse ama hiçkimse kızkıza eğlence kaçamaklarının yerini tutmuyor.
-Wampir denen yaratıklar gerçekten var. Sürekli insanları ısırma eğilimi içindeyim.
-Project Runway'den öyle bir gaza geldim ki en kısa zamanda bişiler çizip dikeceğim.
Bu arada yepsyeni bir günlüğüm oldu. :) Yeniden günlük yazmaya başladım. Çok zevkliymiş. Unutmuşum tadını :D

Bol uykulu, pembe rüyalı, çitsiz-koyunsuz, fosur fosur geceler, saygılar ve sevgiler. xoxo ;)

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Gırmızı bira


"Neredeydim" yazısı olması gereken bu post bakalım "Neye" dönüşecek.
İki hafta önce sevgili arkadaşım G ile yaptığımız buluşma planı, geçen yılki Bodrum sonrası görüşme planı gibi suya düştü. Bir küçücük ara bulamayan bu zavallı bünye, cumartesi günü mesainin son saatlerinde isyan edip, "hadi çantanı kap ve yola düş" moduna girdi. On dakika içinde çanta hazırlanıp, İzmir'e doğru yola çıkıldı. Bu depresif ruh hallerinden kurtulmanın en iyi yolunun seyahat etmek olduğunu tekrardan öğrenmiş oldum böylece. Saat geceyarısı olduğunda bir buçuk yıl rötarla G ile buluşabilmek şerefine nail oldum :)
"Çok kötüyüm"
"Agresfim, depresifim bütün sifli kelimelere sahibim"
"Güven beni eğlendir"
Vs. türlü maymunluklarım sonucu soluğu Gümüldür'de çok hoş bir mekan olan Ambiance'da aldık. Şarkıcı Tan ile sabaha kadar eğlendik. Hoplayıp zıplayıp ve alkol sınırına dayandıktan sonra, sabah beş sularında Kuşadası yoluna düştük. G'nin tatlı kuzeni C'nin yeni arabasını test etmek G'e düştü,  ki o geceden sonra kanımca yılın euro-ncap ödülü A3 ün olmalı, ve test sürücülerine mutlaka G'in mobese görüntüleri izletilmeli feyz almaları için :).
"Spoiler; bundan sonrasını trafik polisi veya jandarma trafik memuru arkadaşlar varsa okumasın lütfen"
Bilmem kaçyüz promil alkol, Gümüldür-Kuşadası arasındaki virajlı yollar, 130-140 km hız, ehliyetsiz bir sürücü (Şimdi böyle yazınca farkettim ki), sarhoş olmasam zaten bu şartlarda bayılmadan gidemezdim. Korkudan ölürdüm sanırım. Sağ salim Kuşadasına varıp sızdık deyim yerindeyse, C'nin tontiş anneannesinin evinde.
Öğle saatine yakın tekrar yola düştük Gümüldür'e dönmek üzere. Bu kez direksiyon sahibindeydi fakat sağ koltukta hala ulemadan G hoca oturuyordu. Şu virajı şöyle al, bu çizgileri şöyle takip et vs. ler eşliğinde (Bu yazıyı okuyunca ne tepki vereceğini düşünüp gülüyorum Gciğim) Selçuk'a ulaştık. Alkol denen lanetli maddenin sabah ağızda bıraktığı o pis tadı geçirmenin en güzel yolu çorba içmektir. Selçuk'ta şimdi ismini anımsayamadığım şirin çorbacı da kendimize gelip, yeniden yola çıktık.
Gümüldür'e ulaştığımızda benim ayrılma vaktim gelmişti. Öpüşüp, vedalaşma faslından önce G'e sorduğum son soru ve onun verdiği cevap, yazımın başlığının müsebbibi :D
Ben; Ne kadar sürüyor burdan terminale?
G; Kırkbeş dakika falan.
Zavallı ben; oleeeyy süper erkenden evde olacağım.
Bu paragrafta yazı gezi yazısına benzeyecek. Aman ha sevgili okuyucular, tam üç saatte ancak ulaşabildim Gümüldür'den terminale. İşte o cehennem anlarında hep bu yazıyı düşündüm. Bu yazıyı yazabilmek için buharlaşmadan sağ kalıp, terminale ulaşacaktım. Yaşama amacım haline geldi bu yazı. Ancak böyle ferahlayabilirdim o meşhur "kırkbeş dakika falan" sözünden sonra :D Velhasıl kendimi terminale atınca dedimki oh kurtuldum. Nereden bilirdim çilem yeni başlıyor :(
Hiç tedbirli ve sorumluluk sahibi olmadığımı yazılarımı okuyanlar gayet iyi bilirler :) Bu sebeple gidiş dönüş bilet almayı düşünecek kadar aklım olmadığını da. Ama kardeşim nedir bu yahu, herkes mi Bursa'ya gidiyor yahu. Yok, bütün firmaları dolaşıyorum bilet yok, hostes koltukları bile dolu, Yahu diyorum ben aşaada şoförün yattığı yer var ya, orda da giderim. Yeterki gidebileyim. Sonuç hep "Maalesef hanfendiiii Bursa yok" Ne hanfendisi ne Bursası, gözümün dönmesine ve birilerinin üstünü başını yırtmama ramak kala, çizgifilm karakteri gibi bi adam yanıma yanaşıp piskopatvari bir ses tonu ve vurguyla "Bursa'ya biletim var saat yedi için, ister misiniz?" diye sorunca gözümden iki damla yaş geldi. Mühühüühü. Allahım böyle bir mutluluğu herkese yaşatsın :D O Mario kılıklı adamın boynuna sarılıp öpesim geldi. Yani o anda gözüme Nuri Alço görünen adam biranda toprak dede Hayrettin Karaca oldu benim için. Karaborsa biletimi alıp, başladım beklemeye. Alahtan yanıma kitabımı almışım. Saide Kuds'un bir türlü biteremediğim kitabı Kimya Hatun yarılanmış oldu böylece. Tabi bu arada bi yandan da Güveni dürtüştürüyorum mesajlarla, kaldım buralarda falan diye. Sanki çocuk ne yapacaksa hayır planör falan da diil ki :) olsa gel buraya "Eğlendir beni" derdim. Var öyle bir yüzsüzlüğüm benim :D Neyse efenim geçirdik üç saati bindik otobüse. :( Allah sizi inandırsın otobüsü ve hostu görünce ve olanlar aklıma geldikçe gözlerim doldu. Dünkü sapık hostu düşünüp beterin beteri de varmış dedim. "Sapık host" bu yazıda bahsetmek istediğim kişilerden biriydi ama şöyle bir düşününce onu anlatmaya 1-2 paragraf yetmez. (Bu yazıdan sonra da onu yazayım o zaman :D)
Yalova seyahat denen iğrenç ötesi firma. Sahibi kimse o firmanın sesimi duy; seni o otobüse bağlayıp diyar diyar gezdirmek isterdim. Neyseki yan koltuk arkadaşım Ebru'nun tatlı sohbeti ve zorla da olsa verdirdiğimiz Susurluk molasıyla az hasarlı bir yolculuk geçirdim.

Gelelim devrin sonuna ve etkilerine;
-Otobüs yolccuğu yapacaksan mutlaka gidiş dönüş al (Birdaha almassam beni eşekler kovalasın)
-G kişisinin yol tahminlerine sakın güvenme :)
-Annenin kafana işlediği, bir kıyafetini ters giyersen bütün işlerin ters gider lafını aklından çıkarma. Taa gece 1 de farkettim ki, sabah ayyaş bünyem, ayılamadığından mütevellit t-shirtü ters giymiş. Bütün olay buymuş aslında. Ana Gırmızı bira!?!!?!?! hahhahhah işte buna güldüm.

Çok öpüldünüz sevgili ve saygıdeğer okuyucularım...

Ps: Fotokolaj hazırlıyorum. Editleyeceğim :D

Editlendi :D G kişisi isminin açıklanmasını istemediğinden mütevellit kayıttaki isim G olarak değiştirildi.  :D

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Küçük Kara Balık...

En sevdiğim masallardan biriydi, Samed Bahrengi'nin "yasaklı" Küçük Kara Balık'ı. Bugün bile okusam yine aynı hissedebileceğim çok sevdiğim küçük kara balık. Yerine kendimi koyduğumda cuk oturan küçük kara balık...
Gelgelelim yazımın Bahrengi'nin bu küçük kara balığıyla hiç alakası yok. Benimki biraz vicdan muhasebesi ve kendini bir nebze olsun rahatlatabilme çabası. İdeolojimle ilgili yazmayı, politik-siyasi söylemlerde bulunmayı sevmediğimi sanmayın. Ve fakat bugün bundan değilde gerçek bir balıktan bahsetmeyi, az da olsa gülmeyi arzuluyorum. Yazının akışı nereye gider bilmiyorum ama, istediğim budur vesselam :)
Yaklaşık bir ay kadar önce bendenize bir balık emanet edildi ismi İzmit olan. Hayvanları sevme konusunda başarılı, sorumluluklarını alıp, bakıp, besleyip, büyütme konusunda ise son derece başarısızım. (Bknz: Kaçan kedim Kaymak) İzmit'in de akıbeti tahmininiz üzre ölüm oldu. Balık öldü. Reaksiyon ondan sonra başladı. Gerçekten balığın ölümüne çok üzüldüm. Süs balıkları için bile "tadları nasıldır acaba" diye düşünen ve balık beslemeyi gereksiz bir uğraş olarak gören ben, bu duruma çok üzüldüm. Çünkü ne olursa olsun, yaşayan, hareket eden, beslenen bir canlıydı. Velhasıl ilk gün adını değiştirip Hüsnü koyduğum ve zannımca bu isim değişikliğini bünyesi kaldıramayan küçük İzmit, sırtüstü yatış pozisyonunda hakk'ın rahmetine kavuştu. Adaam yeni bi tane alırım bişey olmaz diye kendimi rahatlatmaya çalışsamda, içimdeki suçluluk duygusu gitgide büyüdü. Yerine aldığım yeni balığın İzmit'e benzememesi, ve öldürdüğüm balığın üç yıldır yaşıyor olduğunu öğrenmem (Elimde iki haftada öldü) gibi can sıkıcı durumlar da eklenince, uzun süredir yazmadığım Blog sayfama dönüş yazımın İzmit'e ithafının makul derecede vicdan rahatlatıcı olabileceğini düşündüm :) Bir güzel fotoğraflarını çektim az önce Yizmit'in (Yeni İzmit). Sanırım patlayan flaşlar da sinirlerini bozdu. Bi değişik davranıyor. Korkuyorum ölecek diye. Artık bir balığı öldürünce, diğerleri de her koşulda ölecekmiş gibi hissediyorum. :( O yüzden bugün derhal bu balıktan kurtulmak istiyorum. Onu sevgi dolu ve ilgili sahibinin şefkatli ellerine bırakır bırakmaz kendimi hafiflemiş hissedeceğim.
Gelelim bölüm özetine;
Demekki neymiş? 29 yaşına adım atacağım bu devekuşu günlerimde bile hala koşulsuz şartsız hiçbir şekilde sorumluluk almaya gelemiyorum.
Almak istesem de alamıyorum.
Çocuğu olan evli ve çalışan anneler bence uzaylı.
Artı bir de balık, kedi, köpek, kuş vs. hayvan besleyen anneler var. Onlar bu galaksiden bile değil benim gözümde. Çok çok öpüyorum. Sevgiler saygılar...:)

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Bir küçücük askercik varmış...

Onun adı Berhan Çağlıyanmış... :D Çok şükür sonunda askerimiz sağ salim geldi. Geçirdiği değişim şu aralar kafamı kurcalamakla birlikte, emin de olamıyorum. Çünkü henüz yüzyüze konuşabilmiş değilim. Bu askerlik denen olayın ne menem bir şey olduğunu sanıyorum az da olsa anlayacağım Berhan sayesinde. Erkekler hep anlatırlar ya bitmez tükenmez askerlik hikayelerini, bizimkinde henüz öyle bir girişim göremedim ben. Bugün 3. günü gelişinin. Sanırım performans beklemek için biraz erken. Ve yine sanırım, bir-iki ay sonra ben bu yazıyı okuyup allah beni nasıl biliyorsa öyle etsin, şom ağızlı ben diyeceğim. :) Ama şu anki durum şu; bebeğimin içine uzaylı girmiş. Böyle bir durgunluk, sakinlik, akıl alır gibi değil :) Acaba herkese mi böyle oluyor, bilmiyorum. Umarım aranızda "askerden yeni gelmiş adam nasıl olur?" sorusuna cevap verebilecek arkadaşlar vardır. Yoksa kuzumun başının etini yemeye devam edeceğim;
-Ya kanka vallahi sana bişi olmuş.
-Ya yok kızım iyiyim, normalim.
-Ya yok yok, sen çok durgunsun
-Askerden yeni geldim ya, ondandır
-Nerde benim eski bebişim :( hiç eskisi gibi diilsin Berhan ya.
-................................................ oldu mu? Rahatladın mı?
-ehhehehehe

:D İşte durum bu. Bakalım bir de canlı göreyim. Ne olmuş kuzucuğuma. Askerlik gerçekten adamı nasıl değiştiriyormuş anlamaya çalışayım.

Haberlerinizi bekliyorum şekerler. Bol gülücüklü günler dilerim :D


İyiki doğduk...

Kaç gün, kaç ay, kaç yıl geçtiği önemli mi? Yeniden gördüğünde, okuduğunda, yaşadığında, zihninde oluşan algı, on gün, iki ay, doksanbir yıl öncesinde ki değil midir?
Uzun zamandır yazmak isteyip de yazamadıklarım, kafamda o kadar çok yer kaplamaya başladı ki neyi hangi sırayla yazmam gerektiğini bilmiyorum.
İlk olarak bugünle başlamak istiyorum. 19 Mayıs. 91 yıl önce atılan özgürlük tohumları, kocaman bir ülkenin ve insanlarının yaşam şekillerinin değişimiyle, hızlı devrimlerle bu günlere kadar gelip yeşerdi. Atatürk'ün siyasi zekası, ülke insanlarının sonsuz azmi sayesinde, parçalanıp bölünen hasta bir devlet, doksanbir yılın sonunda, dünya sahnesinde yeniden yerini aldı. Ecdadımıza duyduğumuz sevgi ve minnet bir tarafa, bugün içinde bulunduğumuz siyasi, askeri, ekonomik hayat ve yaşam standartları, onların hayallerini kurdukları "yüksek medeniyeler" seviyesinin çok yakınlarında. Bu durum içinde yaşanan açmazlar, problemler, çatışmalar ise her devletin başa çıkmaya çalıştığı sorunlarla hemen hemen aynı. Aslolan bu noktaya gelebilmiş olmamızdır bence. Tüm büyük ülkelerde, ekonomik krizler, terör belası, azınlık problemleri, siyasi çalkantılar her dönem yaşanmıştır ve yaşanacaktır. Biraz polyannacılık gibi olacak ama; ya tüm bunları yaşayamıyor olsaydık? Başka bir devletin sömürüsü altında olabilirdik. Ne içişlerimizde ne de dışişlerimizde bağımsız olurduk. Yada ambargo altında olsaydık. Ekonomik özgürlüğümüz olmasaydı? Yada teokratik bir ülke de yaşıyor olsaydık? Ne kişisel özgürlüklerimiz, ne de siyasal haklarımız olurdu. İşte tüm bu durum içinde her ne kadar yaşam standartlarımızla ilgili memnuniyetsizliklerimiz olsa da, bunların hiçbiri kökten değiştirilemeyecek genel şartlar kadar (ülke rejimi, dil, din, ırk) kötü olamaz.
Bugün bu sebeple önemli, diğer ulusal günler gibi. Ben kısa bir mola olarak algılıyorum ulusal günleri. Neredeydik? Nereye, nasıl geldik? Ve ne olacağız? Tüm bunları düşünüp toplama-çıkarma yaptığım zaman, içimi hep bir huzur kaplıyor. Ne kadar güçlü bir ecdada sahip olduğumuzu, neler yapabildiğimizi düşünüp, yapabileceklerimiz için mutlu güzel düşüncelerle dolduruyorum zihnimi. Koskaca bir ülkenin tek vücut olup, o dönemin siyasi, askeri ve ekonomik açıdan en güçlü devletlerine nasıl kafa tuttuğunu düşünüp, gözlerim dolu dolu gülümsüyorum. Ve tüm bunlar için, kelimelerle ifade edemeyeceğim kadar, tüm kalbimle teşekkür ediyorum, ülkemi "Türkiye Cumhuriyeti" yapan tüm insanlara.
Sonra da Atatürk'ü düşünüyorum. Onu görmenin önemli olmadığını biliyorum (yine de umutsuzca bir istekle görmek isterdim). Onun düşüncelerini anlayabilmenin, onu görmek kadar değerli olduğunu biliyorum. Doğum gününü sorduklarında neden 19 Mayıs dediğini anlayabiliyorum. Verdiği kararı, halkıyla paylaşıp onay aldı. Omuzlarındaki ağır yüke destek vermelerini istedi. Kurtuluşun tek çaresini, kesin fikirlerini paylaştı. Ve halkı da ona inanıp destekledi. Canları, malları ve iman güçleriyle tam destek verip işe koyuldular. Bunun nasıl bir ruh hali olduğunu, sadece okuduğumuz kitaplardan ve canlı tanıkların anlattıklarından biliyoruz. Hiçbir durum ve şart o günleri anlayabilmemizi sağlayamaz. Böyle hissediyorum. Sadece her koşulda şu anda içinde bulunduğumuz durumdan kat be kat daha kötü olduğunu hayal ediyorum.
Ve sonuç olarak şuna da inanıyorum ki; onu anlayabilmiş, onun ruhuna sahip evlatları olduğu sürece, birdaha o günlerin tekrarı olmayacak! Bir daha hiçbir dış odak ülkemize elini süremeyecek! İzleyeceğimiz yol, bize çizdiği yol haritası çok açık ortada. Tek yapmamız gereken, uygulamak ve unutmamak! Kim olduğumuzu, nereden gelip, neler yaşadığımızı, ve nereye ulaşmak istediğimizi hep hatırlamak.

Bu sebeple; gidecek çok yol, varılacak çok hedef olduğunun farkına varmış, genç Türkiye'nin ve ATAM'ın doğum gününü kutluyorum. Nice 91 yıllara...
Sevgi ve saygılarımla...

27 Mart 2010 Cumartesi

Dişçi kabusum kanatlanıp uçuverdi...

Perşembe günü yapışık sahte kardeşim Sedoşumla doktor randevumuz vardı. Bir haftadır süren gribimiz yüzünden ancak perşembe gününe yetişebildik. Hastahanenin kapısında üçledik kendimizi. Aramıza Ayça'yı da alıp doktorun kapısını çaldık.
Çarşamba pazarına dönen suratımdan da anlaşılacağı üzere korkudan ha ettim ha edecem modunda, bi yandan kafamda binbir muzurluk, uzandım dişçi koltuğuna. Ama şöyle de bir durum var ki; bu blog yazma işi yüzünden resmen cahil cesareti sahibi oldum. Saftirik bebekler gibi avutuyorum kendimi; ay ben bu olayı nasıl da anlatırım blogumda, dur bi resim çekeyim... Normal şartlar altında ben o dişçi kapısından içeri adımımı atmazdım. Ve fakat kendimi sürekli gaza getiriyorum. Korkma kızım bak süper olacak. Bu deneyimini de paylaşacaksın :) Hay ben böyle iğneli, anestezili deneyimin içine ... cup diye atliyim. Bu blog sevdası yüzünden beni Fear Factor'de görürseniz şaşmayın.
Neyse efendim, derin dondurucudan hallice, sevgili doktorumuz Işıl hanıma da türlü muzurluklarımı yaptım en simpatik halimle. Her zamanki iğneyi görünce ayılıp bayılırım tehditleri. Genç doktorumuz yemedi bu tehditleri. Hatta ve hatta an itibariyle Stockholm sendromuna yakalanmış durumdayım. Stockholm sendromunun ne olduğunu bilmeyenler için; üstünkörü anlamıyla,"kurbanın celladına duyduğu aşk", detaylarıyla, tık tık tık tı... Ömrü hayatımda bu kadar makul bir doktora rastlamadım hiç. Kendisinin yüzü hiç gülmemekle birlikte, her an ne yaptığını anlatıp rahatlattı beni. Şimdi küçük bir soğuk hissi gelecek, şimdi biraz hava verip temizleyeceğim, şimdi kompozit dolduracağım, şimdi, şimdi, şimdi. Derken ben ne olduğunu anlamadan nurtopu gibi bir dolgum oldu. :)

Her zaman bembeyaz çürüksüz dişlerimle övünen benim de artık bir dolgum vardı nihayet :( Temizletme için de yeni bir randevu alıp sıramı Seda ve Ayça ikilisine savdım. Onlarda durum biraz daha vahimdi ama, yaklaşık yarım saatin sonunda üçümüz de uyuşuk ağızlarımızı da alıp evin yolunu tuttuk.

Su içme yetimi geri kazanmam yaklaşık 4 saatimi aldı. Sonunda güpgüzel puf poğaçalarla ödüllendirdik kendimizi. Ve mutlu son. Bir maceranın da böylece sonuna geldik. Ne iğne korkusu tanırım artık, ne yükseklik, ne böcek ne yılan ne çıyan.  Yaşasın deneysel blogculuk.

Saygılar sevgiler...

23 Mart 2010 Salı

Vöğg, Kaktüsüm ve tekaütlerim.

Bu resme bakıp kaydın nereye gideceğini düşünenlere itirafımdır; hiçbir fikrim yok. :) Üç küçük öyküden oluşacağını biliyorum sadece. Üç ayrı resmile uğraşmamak için üçünü bşr arada görüntüledim. İyi de oldu yerden tasarruf ettim :)

İlk sırayı, ilk sayısını merakla beklediğimiz, bulabilmek için dağları deldiğimiz, bulamayacağız diye aklımızın çıktığı, eniştemize lütfeeğğğğn diye hönkürdüğümüz ve eniştemizin binbir zahmetle bulup kucağımıza bıraktığı, buldumcuk olduğumuz, süsleyip püslediğimiz yeni bebek Vogue Türkiye'ye veriyorum. Hasretle kucaklayıp, hala iç geçirerek sayfalarına baktığım, ca'nım dergimize hoşgeldin diyorum. Sana da teşekkür ediyorum enişte tekrardan :) Ve inşallah birgün böyle bir tasarım dergisi çıkarırız birlikte. Dünyalar benim olur. :)

İkinci sırada emekli olmuş fotoğraf makinelerim var. :) Büyük olan annemin yıllar yıllar öncesinden bana hediyesi eski moda bir fotoğraf makinesi. Bu benim ikinci makinamdı. İlki İstanbul'da bir arkadaşımda kaldı yıllar önce, saklıyorsa(ki sanmıyorum) hala ondadır. Diğeri de son digital makinamdı kendileri. Şiddet içeren bir yaşam karesinde duvara çarpma suretiyle dağıldı. Tüm makinalarım adına ikisine verdikleri hizmetten dolayı teşekkürlerimi sunarım.

Ve trionun son öğesi, Muhittin amcamın (Berhanımın babası) hediyesi kaktüsüm. Kendisi çiçek sever bir doğal taş uzmanıdır. Elimdeki rahatsızlığa, bilgisayardan çıkan radyasyonun da katkısı olabileceğini düşünüp bana bu kaktüsü hediye etti geçen yıl. Tam benlik bir çiçek. Sürekli ilgi göstermem gerekmiyor. haftada bir iki fıs fıs yapıyorum o kadar. :)

Bugünün son postunu da yayınlamanın verdiği mutlulukla huzurlarınızdan ayrılıyorum efendim. Sevgiler, saygılar...

S.O.S. !!!

Bu vazoyu yenilemek istiyorum ama, hiçbir fikrim yok. Ahşap kursunda dekupaj falan yaparlar ya öyle bişiler mi yapsam acaba. Yoksa gümüş varakla yeniden mi kaplasam? Bana fikir verebilir misiniz?

Kutu kutu pense :)

Bu kutunun içinde ne olabilir acaba? Çok işe yarar birşey sayılmaz ama, benim gibi çokluk ve kalabalık sevmeyen biri için güzel birşey. Özellikle bu elektroniklerin yarattığı biyonik kablolu ev hali için gayet uygun bir kutu :)
Evet efendim bu şarj aletlerimin kutusu :) Sürekli seyir halinde bir kişi olup, üzerine de unutkansanız, şarj aleti denen nesneleri sürekli kaybedersiniz. Bu kutu sayesinde hem o çirkin kablo görüntüsünden kurtuldum. Hem de şarj aletlerim kaybolmuyor gördüğünüz gibi :) Başka kablolar için de kolayca uygulanabilir.

Mutfakta yardımcı kağıtlar

Tarif kartları yaptım artık renkli kağıtlardan. Desperate Houseviwes'da Bree'nin, Katherine'nin o değerli ve gizli tariflerini sakladığı ahşap bir kutu da edindim mi tamamdır bu iş. Yıllarca defterlere yazılan tarifler pek kullanışlı olmuyordu. Mutlaka hepinizin tarif defterinin bir köşesinde küçük bir yağ lekesi, bir sos kalıntısı vardır. Bunun çözümü de bu kartlar işte. Önemli tariflerinizi bu kartlara basıp, film kaplattığınız zaman tertemiz, mis gibi, özenli bir biçimde korursunuz. Ve yıllarca kullanabilirsiniz. Çocuklarınıza bile kalabilir. :)
Tabii bir de şu cup belası var. Maalesef yabancı tariflerde kullanılan bu cup bazen sinir bozucu bir biçimde bela olabiliyor başımıza. Bu ölçü tablosunu kendim hazırladım. Genel olarak un ve tozlu karışımlara denk gelen ölçülerdir. Sıvılar için ayrı hazırlanması gerekir. Ama tariflerde de genellikle unlu karışımlar ve ağır kremalar için kullanıldığı için bu ölçü tablosu iş görür gibime geliyor. :)
 Arkasına da sıvı ölçülerini ekledim :)

Sevgiler, saygılar, afiyetli günler dilerim...

Beginner olmuşum ya ben :(

Ortaokulda çok sevgili ingilizce öğretmenim Oya Çapkınoğlu'na (Ki kendisi okuldan ayrıldığı gün eşşek kadar bizler salya sümük ağlayıp gitmemesi için yalvarmıştık) duyduğum hayranlık sayesinde ingilizce en sevdiğim derslerden biriydi. Annem sosyal olmama pek izin vermeyen koruyucu annelerden olduğu için, kurs gibi okul dışı aktivitelerde bulunmazdım pek. (Bi ton kitap sahibi olmamın sebebi bu sanırım) Evde ingilizce eğitim kitaplarım, setlerim, ansiklopedilerim derken ben ingilizcemi kendi kendime epey ilerlettim. O kadar ki üniversitede ilk tercihim ingilizce öğretmenliği olmuştu. Sonrasında makina okurken zorunlu derslerin içindeydi ingilizce ve dersin öğretmeni derslere girmeme gerek olmadığını söyleyerek beni ihya etmişti. Spoiler!!! Sınavlarda kendi kağıdımla birlikte 2-3 kağıt daha yazdığım adrenalin dolu zamanların üzerinden uzun yıllar geçti. Yaz aylarında yabancı turistler ve bazı yurtdışı gezilerinin dışında ingilizce pratik yapacak imkanım olmadı doğal olarak.

Sonuca gelirsek; ingilizcem yerle bir olmuş durumda. Artık tarzanca cümleler kurabiliyorum sadece. Beni yıkan kısım ise geçen hafta gittiğim Sönmezdeki sahaftaki amcanın bana önerdiği stage 1 beginner kitaplar oldu :( Resmen yıkıldım. Yüzüm çarşamba pazarına döndü. Kıpkırmızı kesildim, hakarete uğradım resmen.

Çok büyük yemin ettim. O amcanın karşısına geçip "Bana advanced bir iki kitap verebilir misiniz?" demeden bu işin peşini bırakmaya hiç niyetim yok :(

Annem

Bir çocuğu büyütmek nasıl bir özveri ve sabır ister hiçbir fikrim yok. Az çok birşeyler biliyorum ama bu, buzdağının görünen kısmı sanırım. Birini koşulsuz şartsız sevmek, acısını kendi acısı gibi sahiplenmek, mutluluğunda dünyaların onun olması nasıldır bilmiyorum. Bildiğim, daha doğrusu gözlemlediğim şey doğaüstü bir sabır ve sevgi.

Annem beni tek başına, binbir zorlukla büyüttü. Bu fotoğraftan yaklaşık bir yıl sonra babamı kaybetti. Tekrar evlenmeyi aklının köşesinden bile geçirmedi. Çünkü bir kız çocuğu vardı ve bir üvey babayla yaşamasını kabul edemezdi, tabi babama olan sevgisinden bahsetmiyorum bile. Hala adını andıkça gözleri dolar...

Beni doğurmadığı halde, doğurmuşlardan daha çok sevgi verdi. Küçük bir fiske vurmadan, çiçek gibi yetiştirdi beni. Yaramazlık yaptığımda ağlardı. Bağırıp çağırmazdı hiç, sessiz sessiz ağlardı. Bir gün arkadaşlarımla oyuna dalmıştım, dağ tepe gezerken vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştık. Hava karardığında aklımız başımıza gelmişti. Mahalleye ulaştığımızda çocuklar teker teker evlerine girerken bağırışmalar, ağlamalar, lütfen vurma anneler birbirine karıştı. Korka korka eve doğru yürüdüm. Kapıyı açtım. Annem mutfak masasında oturmuş ağlıyordu. Yüzüme baktı, hiçbirşey söylemedi. Yüzünden ip gibi yaşlar süzülüyordu. Hani derler ya, yüreğim iki değirmen taşının arasında kalmış buğday tanesi gibi ezildi. Ben de başladım ağlamaya. Sonra sıkı sıkı sarıldı bana. Annecim kızma, küsme diye ağlıyordum cıyak cıyak. Koklaya koklaya öptü. Anneler çocuklarına küsmez ama üzülürler dedi. Bu onu hatırladığım ilk üzüşümdü.

Yıllar geçtikçe ben büyüdüm, dertler büyüdü. Artık eskisi gibi ağlamıyor. Yaptıklarımın sorumluluğunu almam için söylediği tek laf var. Kendin ettin kendin buldun. O yüzden ona dert yanmıyorum artık. Beni çok sevdiğini, bu dünyada benim için canını verebilecek tek insanın o olduğunu biliyorum. Ama kendi problemlerimi, kendi yaptıklarımın sorumluluğunu almayı ve onunla paylaşmamayı daha uygun görüyorum. Beni böyle yetiştirdiği için ona minnettarım. Bunca sabır gösterdiği için, beni bir ordu kadar çok insanın kalbiyle sevdiği için, başım sıkıştığında arkamda ulu bir dağ gibi durduğu için...

Aramızdaki yarım asırlık fark yüzünden fikir çatışması yaşadığımız olur her anne kız gibi. Ama şöyle bir bakınca bizimki minimum düzeyde. Belki benim bir kız çocuğum olsa onun bana gösterdiği toleransın onda birini gösteremem. Ve tabi sabrın.

Bu yazıyı neden yazdığıma dair herhangi bir fikrim yok şu anda. Her zamanki gibi içimden böylesi geldi. Yavrular tehlike sezdikleri anda annelerinin kuytu kucaklarına sığınırlar. Bütün canlılarda durum aynı. Bu değişmez kurala uyuyorum. Bu gece annemin dingin limanına çekiliyorum. Bunca darbeden sonra kendime gelebileceğim tek yer onun kalbi. Onu anlatmaya kelimeler yetmez. Ve zaten ben de anlatabilmiş değilim pek. Kafamı toparladığımda daha güzel bir yazıyla bu borcumu öderim.

Dünya üzerindeki bütün annelere ve kuzularına...
Sevgilerimle...

Tutkal ve ip kaseye dönüşünce...

Yıllar yıllar önce, henüz craft işlerine merak saldığım ilk zamanlardı. Annemin kavun şeklinde şipşirin bir şekerliği vardı. Vardı diyorum, ben haklamadan önce. Şimdi adını hatırlayamadığım (sanırım dekupaj tutkalı gibi birşeydi) bir tutkal ve evdeki artık iplerle bu kaseyi yapmıştım. Sanırım yapımını tvde görmüştüm. Tutkalı şekerliğin üzerine bolca sürüp üzerini gelişigüzel iplerle kaplamıştım. Kuruduğunda kaseden kolaylıkla çıktı çıkmasına fakat şekerliğin üzerinde pütürlü bir yüzey oluştu. Onu çıkaracağım derken canım kaseyi çizmiştim hep ve annem çok üzülmüştü.
Ben de kasenin içine yapay çiçeklerle bir aranjman yapıp anneme hediye etmiştim. Çok sevmişti.

Geçen gün kaseyi bulup fotoğrafladım. Bu yıl anneler günü için ne yapacağımı düşünmeye koyuldum böylece. Artık yavaş yavaş hazırlık yapmanın vaktidir. Ben bu kaplumbağa hızımla mayıs ayına kadar ancak yetiştirebilirim çünkü. Umarım sizler de düşünmeye başlamışsınızdır. Keza biraz fikirlerinize başvursam hiç de fena olmaz.
Kocaman sevgilerimle...

21 Mart 2010 Pazar

Yakışıklı erkek-Çirkin erkek

Dün gece izlediğimiz saçma ama eğlendirici program sırasında şu görüşü ortaya attım; "Kanıtlanmış birşey bu, yakışıklı erkekler saftır, çok fırlama gibi görünürler, can yakarım havasındadırlar ama hep canları yanan onlar olur. Çirkin erkek ise hep acı verir."
O an beyinimde çakan tek görüntü Hikmet'in  hayal meyal hatırladığım yüzüydü. İlk gördüğüm an nefret ettiğim, bu benimle konuşmasın dediğim (Evet hatta çok kötü aşağılayıcı bi kelime bile kullanmıştım), dünyanın en çirkin adamı herhalde bu dediğim ve sonunda deliler gibi sevdiğim, yarım kalan aşk hikayem...
1999 Haziran-İstanbul Kadıköyde işkenceci küçük hasır taburelerle dolu bir kafede oturuyoruz. Yanımda eski bir arkadaşım ve onun erkek arkadaşını bekliyoruz. Karşıdan gelen gülümseyen ikiliye bakıp, "Lütfen esmer olan sevgilim deme düşüp bayılırım, çok uyumsuzsunuz" diyorum, esmer olanın bana nelere mal olacağını bilmeden...
Tipini beğenmediğim için az konuşuyorum, neden az konuştuğumu sorunca da yol yorgunuyum kem küm ediyorum. Anlıyor tabii ve hırs yapıp daha da üstüme geliyor. Tasarımdan girip perspektiften çıkıyoruz. Paralel mesleklerdeniz. Yeni mezun çevre mühendisi. Makina elemanları ve tasarı geometri kabuslarımı anlatıyorum, gülümsemeye başlıyorum. Bana 2 boyutu çizimler verip 3 boyuta çevirmemi istiyor. Gözlerinde haince pırıltılarla. Daha bi sempatik görünüyor gözüme ilk iki saatin sonunda. Kalkıp yürüyoruz bütün arkadaşlarla grup halinde. Bir salkım ağacın dalını sıkıca tutup sıyırıyor, ellerinde gül formu olan yaprak demetine bakakalıyorum. Yine o hınzır gülüşle uzatıyor yeşil çiçeği. Kikirdiyorum ben :) Kalabalıktan ooooooo diye bir ses. "İşte ben bir kızı böyle tavlarım" :) Evet işte beni böyle tavladı. Dünyada ne kadar büyük konuştuğum şey varsa hepsi başıma geldi. Sonunda büyük konuşmamayı zorla da olsa öğrendim.
Onu çok sevdim. Hayatımın en güzel dört ayı idı, içine bir ayrılık, bir deprem, bir ölüm sığdırdık. Önce bir arkadaşının telefonuyla, daha sonra inanmayıp geçmiş güne ait karıştırdığım gazete sayfalarının içinde gördüm ölüm haberini.
Bir önceki gün telefonda; "Aşkım çabuk Star habere bak birazdan röportaj yapacaklar benimle" Sonra bembeyaz dişleriyle ve kocaman bir gülümsemeyle yüzünde, vır vır vır deprem enkazı kaldırma çalışmalarını anlattı. Aklımda kalan tek hali o yüzünün. Çekim yaptıkları o binanın altında kaldı. Burası Türkiye dedirten ihmal zincirleriyle... Bunu bir gazete sayfasından okumak ise en acı olanıydı.

Yaşadığım travmayla kendi kendime kaldım. Kurtulmam uzun zamanımı aldı. Psikologlardan nefret ettim, kadıköyden, salkım ağacından, çorludan, adını bile anamadığım o şarkıdan...
Uzun yıllar geçmedi belki henüz ama geçecek. Onu hep o haliyle hatırlayacağım ben. Esmer yüzünde dünyanın en güzel gülümsemesi, buğulu sesiyle bana şarkılar söyleyen çirkin adam. Hayatımın ikinci erkeği kaybettiğim. İlki babam hiç tanımadığım. Ve ben ne günah işlemiş olabilirimler.
Bunları ceza olarak görmeyi bırakalı çok oldu. Hiçbirşey kaybetmiş değilim. Bunu farkettim artık. Herşey zihnimde. Çok güzel anılarım var hatırladığım. Ona ait izlerim var. Beni ben yapan şeyler var. Ve kafamda değişmeyen ve sanırım asla değişmeyecek bir sabit fikir; Çirkin erkekler acı verir...

İyi pazarlar, Sevgiler...

15 Mart 2010 Pazartesi

Kartlarım geldiii :)


Ersoy'dan hastalık haberimi unutturması için gelen ve geciken kartlardan bu yazımda bahsetmiştim. Fotoğraflamak bugüne kısmet oldu. Hepsinin içini yüzümü güldüren kelimelerle süslemiş. Ve ben hepsine bayıldım. Ama ençok üstteki kırmızı papatya beni benden aldı :) Aldığım gün itibarıyle çok işe yaradığını söylemiştim. İçinde çok samimi iyi niyetleri vardı. Tekrar teşekkür ediyorum canım.
Bu arada siz bu zarfların üzerinde isim görebiliyor musunuz? Tamam anladık aşıksın da :D İsmi mi unuttun diycem ama kartların içinde yazıyor :)
Bir de bu not var ki, çenemden kurtulman mümkün değil;

Hangi kart acaba bu?
İşte huzurlarınızda ben. Yandın sen Ersoy yandın. :)
Seneye 14 şubat kartpostal kampanyasına Ersoy'u da ekliyoruz. El becerisi yok ama, ağzı iyi laf yapıyor ve benzetme kabiliyeti çok yüksek. :) Tekrar teşekkürler ve kocaman öpücükler Devekuşuma :)

Hep bir alçım olsun isterdim...

Küçükken orasını buranı kıran çocuklardan değildim hiç. Çok yaramazdım, çok kavga ederdim erkek çocuklar gibi. Birkaç,annesinin elini tutup ağlaya ağlaya kapımıza dayanmış çocuk vukuatım vardır ve fakat hiç bir kemik hasarım olmadı bugüne kadar. Dizlerim paramparçadır mesela, dikiş izleri doludur. Kafam öyle, alnımda sol kaşımın üstünde 6 tane dikiş izi var :) Kuduruk bir çocuk olmama rağmen sanıyorum annemin zorla mideme tepiştirdiği sütler sayesinde kemiklerim aldığı bütün darbeleri ustalıkla geri püskürtmeyi bildi. Herzaman güçlü bir bünyeye sahiptim. Çocukken hep hasta olurdum ama sonradan bir açıldım pir açıldım maaşallah. Hele ki liseden sonra pek doktor yüzü görmüşlüğüm olmadı allaha şükür. Özenirdim böyle kolunu bacağını kırıp alçıya alınan, sonra o alçıya imza attıran, şişle kaşınan çocukları gördükçe (Önce MR şimdi alçı, allahım benim ne garip özentilerim var, ne garip bir bilinçaltıdır bu) allahım keşke benim de bi yerlerim kırılsa diye çoook iç geçirdiğim olmuştur. Hiç unutmam bir gün ilkokul 3 yada 4. sınıfa gidiyorum. Beden eğitimi dersinde bizi serbest bırakmış öğretmenimiz. Bahçede tepişiyoruz arkadaşlarla. Böyle parklarda asılıp sallanmak için çeşit çeşit  mekanizmalar, demirler vs. olur ya, adını bilmiyorum ama anlamışsınızdır herhalde ne olduğunu (inşallah) İşte ikili kulplu beygir gibi birşey var onun tepesindeyim, bir yandan da birşeyler tıkınıp millete laf atıyorum.. Ordan hangi aklı evvel çocukla idrar yarıştıracaksam artık, sen bu ikili demirlerin tekinde ellerini açıp oturabilir misinler, ben otururum, oturamazsınlar. Derken çotank die bi ses ve ben yerdeyim :) İnan olsun düştüğüme, yada acıma ağlamadım. Ya kafam kırılır da kafamı alçıya alırlarsa diye ağladım hep. İstiklal gazisi, mevlevi dervişi modunda nasıl hava atardım kafamdaki iki metre alçıyla millete :) Çükür ki dikişlerle kurtardım paçayı. Kafam sarıldı tabii o ayrı. Rezil olup karizmamı çizdirdim. Annem ne ağlamıştı korkudan beni öyle görünce, küsmüştü bana. Bi daha hiç yaramazlık yapmıycam sözleri verdim ama tabi tahmin edeceğiniz gibi hep boş vaadler olarak kaldı bunlar.

Velhasıl, yaşadığım en kötü bu kafa patlağı bile kırılma ve alçı ile sonlanmadı. Bünyem iyice hırs yaptı. Geçen haftalardaki doktor maceramı biliyorsunuz. Doktor hanım ilaçlarımı yazdı falan ben hala kadının gözünün içine bakıyorum. Hani bana alçı der gibi :) Baktım tık yok. Hemen atıldım; Şeeey doktor hanııım, böyle bileğimi sıkı sıkı sarsam acaba iyi gelirmi diyorum ben. :) He gelir gelir :) Basit bir düşük el ateli yazalım şimdilik, kesin tanıdan sonra hangi bölgedeyse orası için uygun bir atel yaptırırsınız. Oh çok şükür deyip lay lay lom eşliğinde ortopediciye seyirttim. Bu siyah düşük el atelini aldım :) Sonrada tam bileğin üstüne kokoş bi taşlı süs kondurdum. Oooh mis gibi oldu işte.

Artık bütün özentilerim son buldu. Yani öyle umuyorum. İnşallah. Yoksa daha başıma ne işler açarım bilmem :)
Kocaman sevgilerimle. Ve sağlıkla dolu günler :)

Doktor dinlen dedi, ben taç yaptım, ruhum dinlendi :)

Eh bu grip aklımı başımdan aldı. Yataklara düştüm a dostlar :) Ama hiç bende durup dinlenecek öz var mı??? Bakın neler yaptım yerimden kımıldamadan. Keçelerimi, silikon tabancamı, iğne ipliğimi ve makasımı alıp doğruldum yattığım yerden ve bu taçları yaptım. Hem oyalandım vakit geçti, hem de tam benlik oldular ne yalan söyleyim bayıldım kendi yaptığım şeylere (Böylede megalomanım işte). Daha aklımda bir ton taç fikri vardı da çok şükür gece oldu yatmak zorunda kaldım. Yoksa elimdeki bütün boş taçları donatırdım alimallah :)
 
 İlk eserimiz neredeyse 1 ay önce alıp yüzüne bakmadığım zebra desenli keçe üzerine nar çiçeği gül :) Ne kısa bir ad oldu yarabbim. Neyse ben en çok bunu sevdim.

 
 İkinci eserimizde tüllü dallı güllü tacımız. Bayılırım böyle tüllü tokalara falan. Bunu biraz daha az sevdim ilkine oranla :)


Ve bu da üçüncü daha az beğendiğim :) şıngır şıngır ötüyor kafamda o yüzden sevdim biraz :)

Bir de bu küçük kurdeleciklerden küpeleri yaptım :) En sevdiğim. Çok güzel duruyorlar kulakta :)
İşte böyle sevgili okuyucu. Eli dursa başka yerleri oynayan insanlar var ya. Heh işte bana iyi bak. :) O insanlara en güzel örnek benim :) Kocaman kocaman sevgiler...Veee bol tasarımlı günler dilerim...





Bunlar da ilginizi çekebilir...

Related Posts with Thumbnails