4 Ekim 2010 Pazartesi

Yeniden Mr.G

Bu haftasonu (Pazar sadece, malum benim tek istirahat günüm Pazar), her haftasonu olduğu gibi Trilyedeydim. Pazar sabahı evden çıkıp, kulaklıkları takıp müzik dinlerken, sıra şarkıcı Tan'a geldi. Ve o anda aklıma Bay.G düştü yeniden. Bay.G ve benim en son maceramızdan bu postta bahsetmiştim. Şimdi ona göre tatsız, bana göre komik olan hikayeyi yenileyip onun canını sıkmıycam. Çünkü kendisi bana ültimatom verdi. Ve açıkçası korkuyorum :D Birkaçgün önce telefonumu değiştirip, rehberimi yedeklemeyi unuttuğum için tüm telefon defterim yokoldu. Mr.G ye yazdığım mesajı yollayamayacağımı "Kime" sekmesine boş boş bakarken anladım.



Eylül ayı başında ay sonuna doğru İstanbul'a geçeceğini ve İzmir'e dönerken haberleşeceğimizi söylemişti. Ama arkadaşım yani bu kadar mı olur. Eve geldim. 2 saat sonra telefon çaldı. Ve biz bir 2 saat sonra buluştuk. Onun daha önceden de geldiği şirin balıkçıda oturduk. Ben küs olduğum Yeni Rakı ile barıştım. O bilmem kaçzaman önce yediği ithal kalamarın heabını sordu. Mr.G yanında en çok eğlendiğim ve sevdiğim arkadaşlarımdan bir tanesi. İnsan ilişkileri o kadar sağlam ki, sanki o bana dünyadaki her işi layığıyla yerine getirirmiş gibi geliyor. Akşam restoran sahibiyle diyaloğu, sigara içmek için saklandığımız çiçeklerin yanındaki masada oturan tatlı İzmirli bayan ve oğluyla sohbeti, Yalova yolu üzerinde bi lastikçide (ki geç kalma sebebi) lastiklerini bi çırpıda değiştirme hikayesi, Bau daki  yine İzmirli (Ne çok İzmirliyle karşılaşmışız akşam :D) çocukla diyaloğu... Görmeniz lazım anlatamıyorum. Böyle onu alıp hiç yanınızdan ayırmak istemeyeceğiniz mükemmel bi adam işte. Hem çok eğleniyorum, hem de bazı derin konulara girdiğimizde özellikle siyaset yada din gibi gerilmiyorum. Sadece karamsarlıktan dolayı biraz üzülüyorum ama hepsi bu. Bu zamanda en amiyane tabirle "aynı telden çaldığınız" birilerini bulmak çok zor. O yüzden Mr.G iyiki arkadaşımsın :) Seni çok seviyorum.



Yemek ve birkaç duble rakıdan ve süper bir sohbetten sonra Görükle'ye geldik. Yaşadığım yerden hiçbir postta bahsetmemiştim aslında şimdi paragrafı kurarken bunu farkettim. Burası Uludağ Üniversitesi kampüsünün yanında neredeyse tamamı öğrencilerden oluşan bir kasaba içinde barlar, cafeler, parklar, restoranlar bulunan. Ve hiç uyumayan. Gece saat 4 te bile dışarı çıksanız parklarda oturan, yada cafede içkisini yudumlayan, yada yürüyüşe çıkmış insanlarla karşılaşabilirsiniz. Herzaman aktif ve yaşayan bir yer burası. Bursada alkol satışının serbest olduğu birkaç kurtarılmış bölgeden biri. Peh demokrasiymiş. Yeşilaycılara var demokrasi bu ülkede. Neyse germeden kendimi bu konuyu es geçiyorum.(Dipçik not: alkolik değilim ama istediğim anda istediğime ulaşamamak, özgürlüğümün kısıtlanıyor olması yani, iğrenç bir his)

Mr.G sevdi burayı. Bau adındaki güzel cafede votkayla devam ettik sohbete. Ersuncuumun geçen sabah, sabah sabah içtiği ve önerdiği Smirnoff North'u test edelim dedik. Ersunun önerisi de "sek iç" olmasına rağmen hangi akla hizmetle energy ile içtiğimizi bilmiyorum. Velhasıl ağzımızda meyvesuyu tadıyla evin yolunu tuttuk. Aslında burda kavşakta çevirme yapan polis memuru beylerden bahsetmek isterdim ama, dediğim gibi çok sert bir ültimatom aldım. 10 Nisan 2011 sonrasında istediğim gibi bir post yazacağım umuyorum. Hiç korkum olmadan. (Bu tarih onun psikoloji testine gireceği tarih, bikaç tek attıktan sonra girmeyi diliyor kendisi :D Ah keşke yanında olsam da görsem o diyalogları :D

Sonunda eve vardığımızda hala birşeyler içecek modda olduğumuzu gördük ve bir votka energyle kapanışı yaptık. Ama ne kapanış. Küçücük minyatür bozması evimde buz olmadığı için buzluktaki karları attık bardağa :D Hayatımda hiç karlı votka içmemiştim. Eğlenceliydi. Ha bir de Altay muhabbetimiz var ki akıllara zarar. Yahu ben nerden bileyim Altay diye bir takım olduğunu. İzmirli miyim ben? Zaten bu top topaç işlerinden anlamam. Sadece bu yıl şampiyon olduk onu bilirim, futbolcuları bile tanımam. Bir Volkan'ı tanıyorum kişisel olarak. Mr.G hangi takımlısın? Dedi Altay dedim o ne? :D hahahha asrın hatası. Vay anam koskoca Altay 1914 te kuruldu da bilmemne. Dedim o daha kötü, o tarihten beri adınızı duyuramadıysanız, şampiyon olamadıysanız yazık :D Bu satırları okurken delleniyorsun biliyorum. Ama bak şu da var ki G hocam, sen sevip tutuyorsan vardır hikmeti dedim ve araştırdım. Gözlerim yaşardı gerçekten. Neden renklerinin siyah-beyaz olduğunu ve neden isminin önüne "Büyük" eki aldığını bildim öğrendim. Merak edenler için tık tık. Bundan sonra fahri Altaylıyım ben.

Gelelim sonuç bölümüne; Akşam yuvarladığın içkiler, sabah beynini deler bu bir,
Mudanyanın yeleken havasını bilip öyle tiril tiril ince bir hırkayla çıkarsan sokağa o grip hiç geçmez bu ikiii,
Ah Mr.G sen istediğin kadar tembihle bu kız hep burnunun dikine gider ve hep yazar, dur bakalım bunlar çok iyi günler, daha neler yazıcam, iyi kötü ne yazarsam yazayım, sana değer verdiğimi ve sevdiğimi bil bu üç.
Biraz Mr.G'ye mektup gibi oldu sevgili okuyucu ama napiim kusura bakma artık. Hepinizi tek tek öperim, sevgiler...

18 Eylül 2010 Cumartesi

Fatma Özen; Kızkurusu ve çatlak...



Geçenlerde şu postta bahsetmiştim kızkıza gecemizden ve Bridget Jones faciasından. Ve yepsyeni günlüğümden. Ve evet biraz çakma bir açılış cümlesi olsada, tam beni anlatıyor bu yorum; "Fatma Özen; kızkurusu ve çatlak"

Kızkurusunu kısmına pek çok arkadaşım katılmasa da (Özellikle de beni çok sevdiklerini düşündüğüm, pohpohlamaya bayılan birkaç yakın arkadaşım), çatlaklık konusunda herkes hemfikir. Ama sanıyorum beni böyle kabul edip seviyorlar :D Sonuçta bu benim doğam.



Ayrıca bu çatlaklık durumu kemikleşmiş ve değiştirilemez olsa da, ilk kısım yani kız kurusu durumu, beyaz atlı prensin beygir gücüne bağlı. Ne kadar hızlı sürerse atını benim bu moddan kurtulmam o kadar kısa sürer diye ümid ediyorum (Yani hala ümid ediyorum, şimdi tam bir polyanna oldum işte). Tabii aslında bunu çok özlediğimden yada ihtiyacım olduğundan değil. Hepinizin malumu; bu aşk-meşk işleri kaçıncı yüzyılda olursak olalım, 8. Henry'nin sarayında dönen entrikalardan farksız. Savaş oyunu misali. Ne kadar karşı olursak olalım acı gerçekler bunlar. Hep bir iktidar savaşı ikili ilişkilerde. Bunlardan sıyrılıp yanlız başına kaktüs misali yaşamaya başladığınızda da bir süre sonra rahat batıp; allahım niçün benim bir sevgilim yok moduna giriyorsunuz. Yani bildiğin kısırdöngü. Ne onlarla oluyor, ne de onlarsız.

Ve ben bu ruh hali içerisindeki gel-gitlerde yaşam savaşı veriyorum :( Bu son cümle biraz üzücü olsa da, şimdilik halimden memnunum. Buradan şimdi ismini verip rencide etmek istemediğim çok sevgili bazı yakın arkadaşlarıma sesleniyorum; Evlen, sevgilin olsun, çiftleş, üre diye başımın etini yemeyin. Girdiğim en son savaşın tazminatı epey ağır oldu. Hala ödüyorum. Ekonomi iyileşmeden başka savaşa girecek gücüm yok. Kendimi topladığımda elimde savaş baltaları Zeyna misali, dünyanın en bahtsız (ki bana çatmış olacak)beyaz atlı prensini bekliyor olacağım. Ve bu sefer galip çıkan taraf ben olacağım ;)

Sevgiler, saygılar...

17 Eylül 2010 Cuma

Fahri Son Kilitçi ünvanı istiyorum ben :D

Yıllar yıllar önce ben daha küçümenken ve güzel Bursa'da henüz hiçbir AVM yeşermemişken, İstanbullu bir arkadaşın ağabeyi şimdi ismini hatırlayamadığım bir AVM'de kokoş bir mağazada (sanıyorum Beymen idi) müdürlük yapıyordu. Geleni gideni, vitrinlerini öyle bir güzel anlatırdı ki ben gariban, hafızasının aldığı ve gördüğü en kokoş mağaza vitrini İntamdaki Vakko mağazası olan küçük kız, hevesle onu dinlerdim. O yıllardaki hayalleri tasarım-kesim-dikim-üretim olan benim için mağazaların anlamı çok büyüktü. Kesinlikle ve kesinlikle hepsine gereken özen gösterilmeli, vitrin tasarımlarına saygı duruşunda bulunulmalıydı. (Hele o kocaman vatkalı gömlekler, uzun siyah etekler giymiş mankenleri izlemek sanıyorum bütün 80'li yıllar bebelerinde aynı haleti ruhiyeye sebep olmuştur)

Ve yıllar yıllar sonra Mall'ler pire gibi her yanı sardıktan ve zincir mağazaların sayısı mantar gibi çoğaldıktan sonra şöyle iki-üç saniye göz atıp geçme dönemi başladı benim için. Çoğu birbirinin aynı/benzeri mağaza tasarımları bu ilgimin sönmesinin baş sebebi. Velhasıl hiçbirşey eskisi gibi değil. (Bu cümle yaşlandığımın kesin kanıtı) Ama ben hala vitrin tasarımlarını ve ürünlerini beğendim birkaç mağazanın içerisinde kendimden geçene kadar dolaşmaya bayılıyorum.

Hal böyle olunca, ve ben artık çalışan zavallı bir köle olduğum için, sınırlı zamanlarda uğrayabiliyorum alışveriş merkezlerine. İş çıkışı çok sevgili bebeğim Zişan ile 2-3 saatlik zaman dilimini en verimli şekilde kullanmak üzere atıyoruz kendimizi ışıltılı vitrinlerin kucağına :D

Yemeklerimiz bile bu aceleden nasibi alıyor. Yemeden yutup, alelacele kahvelerimizi içip (Bu arada buradan Kahve Dünyasını geçen akşam ki rezil servisi yüzünden kınıyorum, tamam o gün çok bakımsız olmuş olabiliriz ama bir kahve içmeyi haketmiştik) başlıyoruz ayaklarımıza kara sular inene dek dolaşmaya...

Ayakkabılar, çantalar, etekler, t-shirtler, gömlekler ve elbiseler derken, o saçma anonsla kendimize geliyoruz. :D Alışveriş merkezimiz az sonra kapanacaktır, vır vır vır, dır dır dır... Ne gereksiz bir anons :(


Ve apar topar korkunç-ıssız otoparka inip evimizin yolunu tutuyoruz. Bu artık bizim rutinimiz oldu sanırım. İlk seferinde epey komik gelen bu durum artık can sıkıcı olmaya başladı. Çünkü sınırlı saatlerin olduğunu bilmek bünyeme hiç iyi gelmiyor. :( Acele etmeyi hiç sevmiyorum zira.

Sonuç olarak birgün beni kameralarda tam çıkış saatinde salya sümük ağlarken  izleyecek AVM yetkililerine sesleniyorum. Korupark'ın anahtarlarını bana verin. İşimi hallettikten sonra sessiz sedasız kilitleyip çıkarım ben. Sabah masaj koltuğunda uyuya kalmış bulursanız da ses etmeyip, üstümü örtün. Çünkü ruh sağlığım tehlikede. :D Sevgiler ve koccaman öpücükler...

16 Eylül 2010 Perşembe

Bugün ne giydim?-2

Farkındaysanız bugün ne giydim olayına iyiden iyiye alıştım. Bu ikinci post. Bakalım ne zaman sıkılacağım? Dün aldığım güzel gazlar sayesinde gerisi gelecektir umuyorum :D



Şu anda kimin blogunda/twitterında/facebookunda okuduğumu hatırlamıyorum ama, söz çok doğru; fazla vakit yoksa siyah her daim kurtarıcı. Gece 1 de uyuma neticesinde sabah 8 de uyanamadım. Ve tabiiki sonuçta Little Black Dress günü kurtardı. :D Bu sonbahar en çok bu elbiseyi giyicem sanıyorum. Çok rahat ince bir triko. Göğüs altındaki ince pli de göbiş gizlemek için 10 numara :D Pazar Creation

Ceket ise geçen kıştan beri üzerimde. O kadar çok sevdim ki hem kesimini, hem de kumaşını. Tam benlik velhasıl. Zara

Pabuçlarımı ne zaman aldığımı hatırlamıyorum bile. Ama şu küçük siyah elbise konbinlerinin vazgeçilmezi. Hala şaşırdığım nokta ise içi şarap dolmuş olmasına rağmen hala kokuşmaması :D (Ah ishak ah :D) Nine West

Kocaman yüzüğüme hep çanak anten dediler, ilk defa geçen hafta birisi yaratıcılığını konuşturdu; Ne o öle yumurta sahanı gibi kocaman?! Benim şahsi fikrim tam bir vok havası var yüksüğümde :D Görüklede şirin ve orjinal takılar satan bi yerden aldım. Hem de süper ucuza :P

Küpelerim de Sedoşumun nişanı için alınmıştı. Hımmm küçük bi hesapla sanıyorum 3 yıl önce. Kapalıçarşı altgeçitteki Güney gümüşten. Harika takıları var. Gümüşsever Bursalılar es geçmesin.

Geldik bir ne giydim postunun daha sonuna. Yapımda ve yayında emeği geçen futraf makinemin SelfTimerına, ve yeni resim düzenleme programım paint.NET'e sonsuz teşekkürlerimi sunar, hepinizi en kocamanından öperim :D

15 Eylül 2010 Çarşamba

Çok şükür oldu :D

Aylardır hep özendim, boynum büküktü, allahım benim de bir tanecik olsun dedim hep, hep umutla bekledim olacağı günü, bütün bloggerların en az bir tane vardı, piki benim neden yoktu, hiç mi olmayacaktı, bu makus talihi yenemeyecek miydim, sabırla bekledim, çok zor oldu benim için, ama sonunda oluyor işte, nihayet benim de bir "Bugün ne giydim" yazım oluyor :D
Şaka bir yana çok fazla fotoğrafım yoktur. Kendi fotoğrafımı çekebilmek ise işkencedir tam anlamıyla benim için. Ama bugün yeni makinamın şerefine en çok istediğim postu yazıp, kendimi bir güzel fotoğrafladım. Kış moduna girdiğimi söylemiştim daha önceden. İşte ilk kombinim :D Makyajsız saftirik suratım ve özensiz saçlarım için özür. Yüz gizlemeyi öğrenir öğrenmez papatya koyucam kafa kısmına :D Koccamaaaannnn :D


Ayyy şimdi gelelim kombine :P (Hiç yakışmıyo ağzıma)
Apolet modası geçti vs.vs ama ben sevdim bu kazağımsı üstü. Zişo buldu bunu Zara'da ama maalesef sadece L vardı :D mihiihihi benim oldu.
Taytı pazardan aldım. Böerşka'da gördüm, pazardan aldım :D Bayılırım zımbaya
Botçuklarımı geçen hafta aldım. Zara. Yerden yağmurun izleri geçene kadar giyicem :D Hep yağmur ve kar yağsın, hep bot giyelim :D
Beyas küpelerim Selin, Sevim ve benim veda gecesi hediyelerimis :( Ne güsel bi akşamdı allahım. Ne kadar özledim sizi cazular :( mühüühüh

Yahu aslında kolaymış da "Ne giydim" yazmak, anlatırken ben biraz konuyu dağıtıyorum sanırım :( Neyse bu ilk, acemiliğime verin :D xoxo

13 Eylül 2010 Pazartesi

Birkaç tane almışlığım var ama...

Şimdi anlatacağım hikaye, yaşanan onca acı yada kötü olaya rağmen şu an itibari ile hala gözlerimden yaş gelerek gülmeme sebeptir. Nerden aklıma geldiğiyse; Ediciğim burada anlatmış kendi hikayesini. Onu okurken benimki geldi aklıma :D
Sanıyorum 2003 yazıydı. 28 Ağustos 2003. 22 yaşında girmiş taze doğumgünü kızı. Erkek arkadaşım Selim beni alıp günboyu arabayla dolaştırır. Hiçbir plan yada amaç yok. Öyle geziyoruz. Doğumgünüm olduğunu bildiğinden bile emin değilim. Birşey söyleyemiyorum da. Ne diyebilirim ki? "Aaaa bugün benim doğum günüm hadi bişiler yapalım?!!?!?" öylece kalakaldım. Havadan sudan sohbetler. Akşamüstü üniversiteden arkadaşım Arzu'ya gittik. Tabi ben sinirden zangırdıyorum. Mutfakta verip veriştiriyorum. "Nasıl unutur doğumgünümü, ben bunu hakedecek ne yaptım tanrım, ayrılıcam bu akşam" bilmemne bilmemne... Tabi henüz şokun büyüğüne girmediğim için sadece sinir oluyorum.
Yanına gidiyorum, gözlerinin içine bakıyorum gözlerimi açarak, bekliyorum ve ağzını açıyor işte; "Acıktım bişiler söyleyelim mi?" Doğumgünü akşamımda evde yemek yiyorum allahım :D Neyse Arzu da benim tarafımı tutmaya başlıyor. Bu kadar duyarsız mı? 3 aydır birliktesiniz hala doğumgününü bilmiyor mu? Bir de güzel gazlanıyorum. Tabi bu konuşmalar yine mutfakta cereyan ediyor. Salona döndüğümde ise artık bende şarteller atmış durumda. Adam kanepeye yayılmış elinde kumanda Kemal Sunal filmi izliyor. Başlıyorum ağlamaya :D Arzu konuya hakim tabi. Selim "N'oldu hayatım falan diyo" Tabi ben o sırada nasıl yanlız kalsak da seni bi güzel haşlasam diye düşünüyorum. Kafamda milyon tane ses; "Beni eve bırak sinirlerim bozuk" diyorum. "Uykum geldi uyuycam" :D Ama bu sözleri söylerken bağırıyorum. Tamam diyor bizimki. Çıkıyor. Benzin alıp 10 dk.ya dönücem diyor. Ben bağıra bağıra ağlıyorum. Arzu şokta. Sen nasıl böyle duyarsız bi adamla birlikte olursun vaazları verio. Derhal ayrılmalısın. Aaaa delimisin beni eve bırakır bırakmaz kapıda elvada diycem.
Gözyaşları içerisinde arabaya biniyorum. Veee
Suratımda kocaman bi şaplak. Arabanın içi kırmızı gül yapraklarıyla dolu. Ve beyefendinin elinde kocaman bir buket gül. Unuttuğumu sandın dimi deyip pis pis sırıtıyor. Kem küm, hık mık. Başka hiç ses çıkmıyor benden. Hala trip atıp sinirimi çıkarma derdindeyim çünkü. Sonuçta hiçbişi yapmadık. Pek romantik olduğumda söylenemez zaten. Anlık etkilenmem geçip yerini yeniden sinirli ruh halim alıyor. Sonra cebinden o küçük yüzük kutusunu çıkarıyor. O anda bile hala içinde yüzük olma ihtimalini düşünmüyorum açıkçası. Sinirli olduğum anlarda hiç mantıklı düşünemem :D
Aldım kutuyu açtım, işte şimdi kafeslenmiştim :D Allahım nedir bu kadın milletinin genlerine işlemiş mücevher tutkusu? Yüzüğü kutudan çıkarıyorum ama arkasında da birşey geliyor. Küçük bi kağıt parçası. Üzerinde "Benimle evlenir misin?" yazıyor. Ve işte o an itibarıyle bitiyorum :D Birkaç tane daha almışlığım var ama sanırım bu, aldığım en romatik evlenme teklifiydi :D
Gelelim sonuç kısmına :D
-Birgün bu yazıyı okursan Selim; o gece hiçbir aksiyon olmasaydı seni yeminle öldürürdüm :D
-Arzucuğum nerelerdesin? Görüşemiyoruz.
-Yeni sevgili adayına Spoiler; Romantik olucam diye imanımı gevretme. Ver tek taşı kurtul. Hiç romantik diilim zira. Gelemiyorum böyle oyunlara :D

4 Eylül 2010 Cumartesi

Ne oldum? Wampir Bridget mi? Anaaaaamm :( Korkarım ya ben wampirden :(


Tam bir haftadır wampir modunda salınan ben, uykusuzluğun getirdiği saçmalamanın bu postu yazmama engel olmamasını umud ederek başlıyorum neler olduğunu anlatmaya :D
Geçtiğimiz salı günü, çok sevgili arkadaşım Zişan ve ben, Zişan'ın eşinin iş toplantısı için şehir dışına çıkmasını da fırsat bilerek, mikemmel bir gün geçirdik. Önce büyük AVM'leri tavaf edip, ardından tam bir pijama partisi yaptık.
Önce ofiste türk kahvesi ve kahve falı molası (ve tabiiki dedikodu); Aydancığım, Zişo ve ben umutsuz ev kadınlarını aratmayacak bir arkaplanda sohbetin dibine vurduk. Asli planımız, iş çıkışı kuaföre gidip saçlarımızı kestirmek olsa da, Sacha denen saç dünyasının Olympos'undan randevuyu koparamamızdan mütevellit, yerini "o zaman alışveriş yapalım" planına bıraktı. Tabi ilk önce midemizden gelen sesleri susturmamız gerekiyordu. Ve...
Soluğu Carrefour'da alıdık. Kanımca Bendensin Bursa'nın en iyi pideli köftesini yapıyor. Zira hiç bu kadar aşık olmamıştım önüme gelen tabağa. Tabii bunda oruç tutmamasına rağmen, oruçlu olduğunu zanneden zavallı midemin de rolü büyüktür. Velhasıl kocaman tabakları üç bilemediniz beş dakika içinde silip süpürüp, soluğu Starbucks'ta aldık. Şahsen favorim Kahve Dünyası'dır ama maalesef Carrefour'da yok. Daha sonra Aydiciğimin "Claire's de istediğin oje rengi (Nil yeşili) var" nidaları eşliğinde darmaduman ettiğim tükkandan ellerim bomboş çıktım. Yine... Eh bari şu Golden Rose 32'yi bulalım dedik, ki kendileri merkez depolarında bile bulunamayan nadide renktir. Şansa bakın ki, aylardır aradığımız rengi tek ve birtek ve defolu olarak bulup aldım gözyaşları içerisinde :D Siparişini de verdik. Telefonumuzu bıraktık. Nerede ne kadar bulurlarsa hepsini alacağız :D Sonra Zişan'a süper ötesi chic bi gözlük aldık. Ben beğendim. Görür görmez aşık oldum gözlüğe. Ama o Zişan'ın yavuklusu oldu. :D
Bu resimde kötü çıkmış biraz ama sapındaki kırmızı beyazlar tam pötikare :D
Carrefour'un tavaf işleminden sonra (Baba-oğul-kutsal ruhun babasına) Korupark'a yol aldık. Dar zamanlarda mağaza dolaşmaktan nefret eden benim gibi biri için son 1,5 saat kalmasını bilmek çok kötü bir durum. Moda blogları ve facebooktan takip ettiğim bloggerlar sayesinde, tüm mağazaların sonbahara hazır olduklarını biliyordum zaten. Gardropta mutlaka olması gereken, eksik parçalar bir bir oluşmaya başladı kafamda. Ancak Nine West e Zara'ya yetecek zamanımız kaldı. Küçük bi kahve molasından sonra tam çıkarken gözüme ilişen Clarie's de nihayet kendime has güzel birkaç oje buldum (Son zamanlardaki bu oje takıntım Ediciğimin marifeti galiba :D) Ve çok güzel birkaç şapka denemeye başlamışken gelen kapanış anonsuyla irkilip doğruca yola koyulduk. Kafkas'tan dondurmalarımızı alıp, evin yolunu tuttuk. Ve...
Televizyonun karşısına geçip sivilcelenme olasılığımızı bile bile kocaman bir kase çekirdek eşliğinde Project Runway'in eski bölümlerini izledik gözümüzü kırpmadan. Saat geceyarısı olduğunda, üstümüzde pijamalarımız, ellerimizde dondurma kaselerimiz, bir pijama partisi klasiği olan Bridget Jones'un Günlüğü ikilemesini her zamanki gibi kahkahalar ve aklımda "aman tanrım ben Bridget oldum" nidaları eşliğinde izledik. Her seferinde biraz daha kendime benzettiğim kız kurusu ve çatlak Bridget :(
Birinci filmin sonunda saat neredeyse 3 olmak üzereydi. Zişo ve ben gözlerimizde en ufak bir uyku zerresi olmaksızın birbirimize bakakaldık. "Aman saat 5 de biter 3-4 saat uyku da bize yeter" şeklinde birbirimize verdiğimiz gazlar neticesinde, ikinci filmi de izlemeye başladık. Tabi sonuç hüsran. Bridget Tayland'a varamadan  ikimiz de uyuyakaldık tv karşısında :D
Sabah gözüme giren günışığı sayesinde uyanıp, "allah seni nasıl biliosa öle yapsın Bridget" nidalarıyla, söylene söylene giyinip yeniden yola çıktık. Zişancığımla mıymıy bir kahvaltıdan ve bolca kafeinden sonra işe geldim. Zişan da kuaförün yolunu tuttu...
O gün bu gündür saat 4 ten önce uyuyamıyorum. Zavallı vücudum o kadar direniyor ki sürekli ateşler içerisindeyim. :( Bu akşam evimde rahat ve deliksiz bir uyku çekebilmek tek tesellim olacak. Ve yarın bütün gün plajda yayılmış olacağım fikri de bonus.
Konuyu toparlayıp bir özet geçersek;
-Ne erkek arkadaşlar, ne kocişler, hiçkimse ama hiçkimse kızkıza eğlence kaçamaklarının yerini tutmuyor.
-Wampir denen yaratıklar gerçekten var. Sürekli insanları ısırma eğilimi içindeyim.
-Project Runway'den öyle bir gaza geldim ki en kısa zamanda bişiler çizip dikeceğim.
Bu arada yepsyeni bir günlüğüm oldu. :) Yeniden günlük yazmaya başladım. Çok zevkliymiş. Unutmuşum tadını :D

Bol uykulu, pembe rüyalı, çitsiz-koyunsuz, fosur fosur geceler, saygılar ve sevgiler. xoxo ;)

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Gırmızı bira


"Neredeydim" yazısı olması gereken bu post bakalım "Neye" dönüşecek.
İki hafta önce sevgili arkadaşım G ile yaptığımız buluşma planı, geçen yılki Bodrum sonrası görüşme planı gibi suya düştü. Bir küçücük ara bulamayan bu zavallı bünye, cumartesi günü mesainin son saatlerinde isyan edip, "hadi çantanı kap ve yola düş" moduna girdi. On dakika içinde çanta hazırlanıp, İzmir'e doğru yola çıkıldı. Bu depresif ruh hallerinden kurtulmanın en iyi yolunun seyahat etmek olduğunu tekrardan öğrenmiş oldum böylece. Saat geceyarısı olduğunda bir buçuk yıl rötarla G ile buluşabilmek şerefine nail oldum :)
"Çok kötüyüm"
"Agresfim, depresifim bütün sifli kelimelere sahibim"
"Güven beni eğlendir"
Vs. türlü maymunluklarım sonucu soluğu Gümüldür'de çok hoş bir mekan olan Ambiance'da aldık. Şarkıcı Tan ile sabaha kadar eğlendik. Hoplayıp zıplayıp ve alkol sınırına dayandıktan sonra, sabah beş sularında Kuşadası yoluna düştük. G'nin tatlı kuzeni C'nin yeni arabasını test etmek G'e düştü,  ki o geceden sonra kanımca yılın euro-ncap ödülü A3 ün olmalı, ve test sürücülerine mutlaka G'in mobese görüntüleri izletilmeli feyz almaları için :).
"Spoiler; bundan sonrasını trafik polisi veya jandarma trafik memuru arkadaşlar varsa okumasın lütfen"
Bilmem kaçyüz promil alkol, Gümüldür-Kuşadası arasındaki virajlı yollar, 130-140 km hız, ehliyetsiz bir sürücü (Şimdi böyle yazınca farkettim ki), sarhoş olmasam zaten bu şartlarda bayılmadan gidemezdim. Korkudan ölürdüm sanırım. Sağ salim Kuşadasına varıp sızdık deyim yerindeyse, C'nin tontiş anneannesinin evinde.
Öğle saatine yakın tekrar yola düştük Gümüldür'e dönmek üzere. Bu kez direksiyon sahibindeydi fakat sağ koltukta hala ulemadan G hoca oturuyordu. Şu virajı şöyle al, bu çizgileri şöyle takip et vs. ler eşliğinde (Bu yazıyı okuyunca ne tepki vereceğini düşünüp gülüyorum Gciğim) Selçuk'a ulaştık. Alkol denen lanetli maddenin sabah ağızda bıraktığı o pis tadı geçirmenin en güzel yolu çorba içmektir. Selçuk'ta şimdi ismini anımsayamadığım şirin çorbacı da kendimize gelip, yeniden yola çıktık.
Gümüldür'e ulaştığımızda benim ayrılma vaktim gelmişti. Öpüşüp, vedalaşma faslından önce G'e sorduğum son soru ve onun verdiği cevap, yazımın başlığının müsebbibi :D
Ben; Ne kadar sürüyor burdan terminale?
G; Kırkbeş dakika falan.
Zavallı ben; oleeeyy süper erkenden evde olacağım.
Bu paragrafta yazı gezi yazısına benzeyecek. Aman ha sevgili okuyucular, tam üç saatte ancak ulaşabildim Gümüldür'den terminale. İşte o cehennem anlarında hep bu yazıyı düşündüm. Bu yazıyı yazabilmek için buharlaşmadan sağ kalıp, terminale ulaşacaktım. Yaşama amacım haline geldi bu yazı. Ancak böyle ferahlayabilirdim o meşhur "kırkbeş dakika falan" sözünden sonra :D Velhasıl kendimi terminale atınca dedimki oh kurtuldum. Nereden bilirdim çilem yeni başlıyor :(
Hiç tedbirli ve sorumluluk sahibi olmadığımı yazılarımı okuyanlar gayet iyi bilirler :) Bu sebeple gidiş dönüş bilet almayı düşünecek kadar aklım olmadığını da. Ama kardeşim nedir bu yahu, herkes mi Bursa'ya gidiyor yahu. Yok, bütün firmaları dolaşıyorum bilet yok, hostes koltukları bile dolu, Yahu diyorum ben aşaada şoförün yattığı yer var ya, orda da giderim. Yeterki gidebileyim. Sonuç hep "Maalesef hanfendiiii Bursa yok" Ne hanfendisi ne Bursası, gözümün dönmesine ve birilerinin üstünü başını yırtmama ramak kala, çizgifilm karakteri gibi bi adam yanıma yanaşıp piskopatvari bir ses tonu ve vurguyla "Bursa'ya biletim var saat yedi için, ister misiniz?" diye sorunca gözümden iki damla yaş geldi. Mühühüühü. Allahım böyle bir mutluluğu herkese yaşatsın :D O Mario kılıklı adamın boynuna sarılıp öpesim geldi. Yani o anda gözüme Nuri Alço görünen adam biranda toprak dede Hayrettin Karaca oldu benim için. Karaborsa biletimi alıp, başladım beklemeye. Alahtan yanıma kitabımı almışım. Saide Kuds'un bir türlü biteremediğim kitabı Kimya Hatun yarılanmış oldu böylece. Tabi bu arada bi yandan da Güveni dürtüştürüyorum mesajlarla, kaldım buralarda falan diye. Sanki çocuk ne yapacaksa hayır planör falan da diil ki :) olsa gel buraya "Eğlendir beni" derdim. Var öyle bir yüzsüzlüğüm benim :D Neyse efenim geçirdik üç saati bindik otobüse. :( Allah sizi inandırsın otobüsü ve hostu görünce ve olanlar aklıma geldikçe gözlerim doldu. Dünkü sapık hostu düşünüp beterin beteri de varmış dedim. "Sapık host" bu yazıda bahsetmek istediğim kişilerden biriydi ama şöyle bir düşününce onu anlatmaya 1-2 paragraf yetmez. (Bu yazıdan sonra da onu yazayım o zaman :D)
Yalova seyahat denen iğrenç ötesi firma. Sahibi kimse o firmanın sesimi duy; seni o otobüse bağlayıp diyar diyar gezdirmek isterdim. Neyseki yan koltuk arkadaşım Ebru'nun tatlı sohbeti ve zorla da olsa verdirdiğimiz Susurluk molasıyla az hasarlı bir yolculuk geçirdim.

Gelelim devrin sonuna ve etkilerine;
-Otobüs yolccuğu yapacaksan mutlaka gidiş dönüş al (Birdaha almassam beni eşekler kovalasın)
-G kişisinin yol tahminlerine sakın güvenme :)
-Annenin kafana işlediği, bir kıyafetini ters giyersen bütün işlerin ters gider lafını aklından çıkarma. Taa gece 1 de farkettim ki, sabah ayyaş bünyem, ayılamadığından mütevellit t-shirtü ters giymiş. Bütün olay buymuş aslında. Ana Gırmızı bira!?!!?!?! hahhahhah işte buna güldüm.

Çok öpüldünüz sevgili ve saygıdeğer okuyucularım...

Ps: Fotokolaj hazırlıyorum. Editleyeceğim :D

Editlendi :D G kişisi isminin açıklanmasını istemediğinden mütevellit kayıttaki isim G olarak değiştirildi.  :D

Bunlar da ilginizi çekebilir...

Related Posts with Thumbnails