7 Nisan 2012 Cumartesi
Eureka!
Etiketler:
diyet,
organik gidalar,
rejim,
saglikli yasam
31 Mart 2012 Cumartesi
Mobil Haller Vol. 2
Blogit yeni blogger aplikasyonum. Bu da deneme postum. Umarim kolay ve basarili olur. Gazamiz mubarek olsun. alakasiz bir foto oldu kusura bakmayin. Deneme :)
mobil haller vol.1
Bu bir deneme yazisidir. Bu yaziyi okuyabiliyorsam mobil blogger yeni surumu basarili olmustur. Simdi ikinci deneme blogger apps var. Umarim o da basarili olur da bloguma geri donerim :)
7 Ağustos 2011 Pazar
Karatay Diyeti (Bu sefer haddim olarak)
Haddim olarak çünkü ben yılların kronik şişkosu, okumadık diyet kitabı bırakmadım. Ne için hala ısrarla okuduğumu da pek bilmiyorum ama okumaya devam ediyorum. Geçen ay dienarda kitap rafında 1. sırada görünce vardır bi hikmeti deyip uzandım kitaba.
Prof. Dr. Canan Efendigil Karatay'ın "Et, süt, balık, yumurta, tereyağı serbest! Kalori hesabı yok, uygulamak çok kolay!" sloganıyla yayınladığı kitap, içerik itibarıyle diğer diyet kitaplarından farksız. Yalnız en büyük fark, listelere bağlı kalmaması, yemek yedikten sonra vücudumuzdaki hormon hareketlerini, kilo almaya sebep olan nedenleri, çok karmaşık olmamakla birlikte, kocaman bir örgü şeklinde bize sunması. Verdiği tavsiyeler yabana atılır cinsten değil.
"Bu kitap, klasik bir diyet kitabı değil. Kibrit kutusu, iki yemek kaşığı gibi anlamsız ölçülerle insanı strese sokmuyor. Karatay Diyeti bir yaşam biçimi. Yıllardır pazarlanan beslenme balonlarını patlatıyor, doğru beslenmenin ne demek olduğunu anlatıyor.
Beslenme ile hücresel/hormonal fonksiyon bozuklukları arasındaki yakın ilişkiye odaklanan Prof. Dr. Canan Efendigil Karatay, kilo vermenin ABC’sini öğretiyor, hiç zorlanmadan zayıflamanın ve zayıf kalmanın sırrını açıklıyor.
Hepimizi yıllardır içinden çıkılamayan kısır döngüden, yani kilo verip geri alma korkusundan da kurtarıyor! Üstelik sürprizleri var. Onun siteminde kalori hesabı ya da diyet ürünlerin peşinden koşmak yok! Et, balık, süt, peynir, yoğurt, yumurta, tereyağı, bakliyat, turşu, sebze, meyve ve kuruyemişler serbest…
Kilo vermek ve verdiğiniz kiloda kalmak istiyorsanız; kilo verirken halsizlik, bitkinlik, isteksizlik ve yorgunluk hissetmeden, mutlu ve enerjik bir şekilde yaşamayı arzuluyorsanız; unutkanlık şikayetlerinden kurtulmayı, düşüncelerinizin berraklaşmasını ve yaptığınız işe kolaylıkla konsantre olmayı hedefliyorsanız bu kitap tam size göre…"
Kronik şişmanlara (en azimli diyet kitabı okurları), sağlıklı yaşamak isteyen normal kilolulara (ki sizden nefret ettiğimi aklınızdan çıkarmayın) ve sıfır bedenlere (corpse bride'lara) şiddetle tavsiye edilir. Sevgiler...
Prof. Dr. Canan Efendigil Karatay'ın "Et, süt, balık, yumurta, tereyağı serbest! Kalori hesabı yok, uygulamak çok kolay!" sloganıyla yayınladığı kitap, içerik itibarıyle diğer diyet kitaplarından farksız. Yalnız en büyük fark, listelere bağlı kalmaması, yemek yedikten sonra vücudumuzdaki hormon hareketlerini, kilo almaya sebep olan nedenleri, çok karmaşık olmamakla birlikte, kocaman bir örgü şeklinde bize sunması. Verdiği tavsiyeler yabana atılır cinsten değil.
"Bu kitap, klasik bir diyet kitabı değil. Kibrit kutusu, iki yemek kaşığı gibi anlamsız ölçülerle insanı strese sokmuyor. Karatay Diyeti bir yaşam biçimi. Yıllardır pazarlanan beslenme balonlarını patlatıyor, doğru beslenmenin ne demek olduğunu anlatıyor.
Beslenme ile hücresel/hormonal fonksiyon bozuklukları arasındaki yakın ilişkiye odaklanan Prof. Dr. Canan Efendigil Karatay, kilo vermenin ABC’sini öğretiyor, hiç zorlanmadan zayıflamanın ve zayıf kalmanın sırrını açıklıyor.
Hepimizi yıllardır içinden çıkılamayan kısır döngüden, yani kilo verip geri alma korkusundan da kurtarıyor! Üstelik sürprizleri var. Onun siteminde kalori hesabı ya da diyet ürünlerin peşinden koşmak yok! Et, balık, süt, peynir, yoğurt, yumurta, tereyağı, bakliyat, turşu, sebze, meyve ve kuruyemişler serbest…
Kilo vermek ve verdiğiniz kiloda kalmak istiyorsanız; kilo verirken halsizlik, bitkinlik, isteksizlik ve yorgunluk hissetmeden, mutlu ve enerjik bir şekilde yaşamayı arzuluyorsanız; unutkanlık şikayetlerinden kurtulmayı, düşüncelerinizin berraklaşmasını ve yaptığınız işe kolaylıkla konsantre olmayı hedefliyorsanız bu kitap tam size göre…"
Kronik şişmanlara (en azimli diyet kitabı okurları), sağlıklı yaşamak isteyen normal kilolulara (ki sizden nefret ettiğimi aklınızdan çıkarmayın) ve sıfır bedenlere (corpse bride'lara) şiddetle tavsiye edilir. Sevgiler...
S*ktir Et (Yine haddim olmadan)
Genellikle kişisel gelişim kitabı okumaktan hoşlanmam. Mehmet Öz'ünkiler dışında. Ama bu kitabın yaşam şeklimin yazıya dökülmüş hali olduğunu hissettim. Yanılmamışım...
Efendim yazarımız bay John C. Parkin doğu ilmi öğrenimi görmüş ve yirmi yıldır bu konuda çalışmaktaymış. İtalyada Nefes Alan Tepe adında oryantal felsefe merkezi kurmuş ve düzenli olarak burda S*ktir Et dersleri vermekteymiş. Ve kendisi de bir blogger ------> Fuckitway
Kitap ne hakkında derseniz;
"Siktir Et Hayatta Hiçbir Şey Senden Önemli Değil
Siktir Et demek sizi iyi hissettirir. Mücadeleden vazgeçmek, ne hoşunuza gidiyorsa onu yapmak, çevrenizdekilerin sizin hakkınızda düşündüklerini umursamamak ve kendi yolunuzdan gitmek harika bir duygudur.
John C. Parkin’in bu komik ve ilham verici kitabı, Siktir Et demenin; Doğunun boş verme, vazgeçme ve bir şeylerin o kadar da önemli olmadığını fark ederek gerçek özgürlüğü bulma gibi ruhani fikirlerinin kusursuz bir Batı ifadesidir.
Siktir Et; şarkı okumak, meditasyon yapmak, sandalet giymek ya da tütün yemek gibi eylemler gerektirmeyen ruhani bir yoldur. Modern zamanın küfürlü söylenişiyle, Siktir Et, Batılıları şöyle bir sarsıp kendilerine getirecek, anlam dolu hayatlarımıza egemen olan stresi ve gerginliği ortadan kaldıracaktır.
Bu yüzden, bütün sorunlarınıza ve meselelerinize S*ktir Et demenin bir yolunu bulun. Hayatınızda yapmanız “gerekenlere” S*ktir Et deyin ve sonunda başkaları ne düşünürse düşünsün, neyi yapmak istiyorsanız onu yapın."
Siktir et, en derin şeyi söylemenin en küfürlü yoludur; rahatladığımızda ve hayatın akışına kendimizi bıraktığımızda, esas özgürlüğün tadına varırız.
Şahsi kanaatim; adam haklı beyler, bayanlar... Özgür günler dilerim efendim, saygılar...
Efendim yazarımız bay John C. Parkin doğu ilmi öğrenimi görmüş ve yirmi yıldır bu konuda çalışmaktaymış. İtalyada Nefes Alan Tepe adında oryantal felsefe merkezi kurmuş ve düzenli olarak burda S*ktir Et dersleri vermekteymiş. Ve kendisi de bir blogger ------> Fuckitway
Kitap ne hakkında derseniz;
"Siktir Et Hayatta Hiçbir Şey Senden Önemli Değil
Siktir Et demek sizi iyi hissettirir. Mücadeleden vazgeçmek, ne hoşunuza gidiyorsa onu yapmak, çevrenizdekilerin sizin hakkınızda düşündüklerini umursamamak ve kendi yolunuzdan gitmek harika bir duygudur.
John C. Parkin’in bu komik ve ilham verici kitabı, Siktir Et demenin; Doğunun boş verme, vazgeçme ve bir şeylerin o kadar da önemli olmadığını fark ederek gerçek özgürlüğü bulma gibi ruhani fikirlerinin kusursuz bir Batı ifadesidir.
Siktir Et; şarkı okumak, meditasyon yapmak, sandalet giymek ya da tütün yemek gibi eylemler gerektirmeyen ruhani bir yoldur. Modern zamanın küfürlü söylenişiyle, Siktir Et, Batılıları şöyle bir sarsıp kendilerine getirecek, anlam dolu hayatlarımıza egemen olan stresi ve gerginliği ortadan kaldıracaktır.
Bu yüzden, bütün sorunlarınıza ve meselelerinize S*ktir Et demenin bir yolunu bulun. Hayatınızda yapmanız “gerekenlere” S*ktir Et deyin ve sonunda başkaları ne düşünürse düşünsün, neyi yapmak istiyorsanız onu yapın."
Siktir et, en derin şeyi söylemenin en küfürlü yoludur; rahatladığımızda ve hayatın akışına kendimizi bıraktığımızda, esas özgürlüğün tadına varırız.
Şahsi kanaatim; adam haklı beyler, bayanlar... Özgür günler dilerim efendim, saygılar...
Yeni üstbaşlık ve etiket "Kitap Yorumlarım" (Haddim olmadan)
Haddim olmadan deyip yine de yazmak da ancak benim gibi bilinçsiz bloggera yakışır. Biilinçsiz Blogger Güzel blog ismi. Neyse konumuza dönelim, ya da başlayalım.
Uzun süredir açmak istediğim bir üstbaşlık, kitap yorumu. Kısmet bugüneymiş efendim. Öyle tam bir kitap kurdu durumum yok ama ayda 3-4 kitap okumaya çalışıyorum. Zihni genç tutması babında.
İlk kitap; Room (Oda). Yazarı Emma Donoghue İrlandalı hanımefendi, çağdaş ve tarihsel kurmaca yazarı. Ayrıca sahne ve radyo oyunları ve edebiyat tarihi yazıyormuş. Oda 2010 tarihli. Türkiye basımı Şubat 2010 Doğan Kitap. Ayrıca New York Times 2010 yılının en iyi 10 kitabı arasında.
Bunca gereksiz ayrıntıdan sonra gelelim sadede (ki bu sadet bi kadın olarak beni son derece etkiledi). Anne sevgisi, evlat sevgisi, bi adama duyulan korkunç öfke, nefret ve bunların çok sade bir dille, son derece etkili anlatımı kitabı 2. kez okumama sebebtir.
"Beş yaşındaki Jack’e göre, Oda bütün dünyadır: Doğduğu, Anne’siyle birlikte yemek yediği, oyun oynadığı, Televizyon seyrettiği ve Dışarısı hakkında bütün bildiklerini öğrendiği yer. Yaşlı Nick’in geleceği akşamlar, Anne onu güvenle uyuması için Gardırop’a kapatır.
Oda Jack’in yuvasıdır, oysa Anne için burası yedi yıldır kapatıldığı zindandan başka bir şey değildir. Anne, azim ve beceri ve ana sevgisiyle, oğluna özel bir hayat yaratmıştır ama, Jack’in soruları çoğaldıkça, onun çaresizliği de artmaktadır. Yine de, asıl sorunlar Büyük Firar’dan sonra Dışarısı’nda beklemektedir onları… Jack’in yaratıcı, komik ve iç yakıcı sesiyle anlatılan Oda, sevgileri imkânsızdan sağ çıkmalarını sağlayan bir ana-oğulun güçlü hikâyesi."
Şiddetle tavsiye eder, güzel günler dilerim sevgili okur...
Uzun süredir açmak istediğim bir üstbaşlık, kitap yorumu. Kısmet bugüneymiş efendim. Öyle tam bir kitap kurdu durumum yok ama ayda 3-4 kitap okumaya çalışıyorum. Zihni genç tutması babında.
İlk kitap; Room (Oda). Yazarı Emma Donoghue İrlandalı hanımefendi, çağdaş ve tarihsel kurmaca yazarı. Ayrıca sahne ve radyo oyunları ve edebiyat tarihi yazıyormuş. Oda 2010 tarihli. Türkiye basımı Şubat 2010 Doğan Kitap. Ayrıca New York Times 2010 yılının en iyi 10 kitabı arasında.
Bunca gereksiz ayrıntıdan sonra gelelim sadede (ki bu sadet bi kadın olarak beni son derece etkiledi). Anne sevgisi, evlat sevgisi, bi adama duyulan korkunç öfke, nefret ve bunların çok sade bir dille, son derece etkili anlatımı kitabı 2. kez okumama sebebtir.
"Beş yaşındaki Jack’e göre, Oda bütün dünyadır: Doğduğu, Anne’siyle birlikte yemek yediği, oyun oynadığı, Televizyon seyrettiği ve Dışarısı hakkında bütün bildiklerini öğrendiği yer. Yaşlı Nick’in geleceği akşamlar, Anne onu güvenle uyuması için Gardırop’a kapatır.
Oda Jack’in yuvasıdır, oysa Anne için burası yedi yıldır kapatıldığı zindandan başka bir şey değildir. Anne, azim ve beceri ve ana sevgisiyle, oğluna özel bir hayat yaratmıştır ama, Jack’in soruları çoğaldıkça, onun çaresizliği de artmaktadır. Yine de, asıl sorunlar Büyük Firar’dan sonra Dışarısı’nda beklemektedir onları… Jack’in yaratıcı, komik ve iç yakıcı sesiyle anlatılan Oda, sevgileri imkânsızdan sağ çıkmalarını sağlayan bir ana-oğulun güçlü hikâyesi."
Şiddetle tavsiye eder, güzel günler dilerim sevgili okur...
26 Temmuz 2011 Salı
Lanet! 30 oldum :)
Size nasıl olacak bilmiyorum. Ama benimki tam olarak şöyle oldu. Bi kurbağa gibi sorunsuz tasasız yüzerken derede, birden DOİNGGGG!!! diye bir ses ve evet işte burdayım. Ta-taaam! Im 30!
Kusursuz hayatımın sonuna gelmiş gibi hissediyorum. Her nekadar saçlarıma beyazlar düşmüş olsada 29'um diyebilmek insana kendini şimdikinden daha iyi hissettiriyormuş. Bugün lanet yataktan çıkmayışımın, düngeceden telefonu kapatışımın ve o saçma doğumgünü kutlamasından yırtışımın sebebi hep bu 30 şeysi.
Çok merak ediyorum tanrı biz kadınları nasıl bir ruh hali içerisinde yarattı. Hatta bazen gerçekten o kaburgadan yaratılmış olabileceğimizi bile düşünüyorum. Zira bu bütün absürd hallerimizi açıklardı; "Heey üstüme gelme, ben buyum, kemikten yaratıldım", "Sorun sende değil bende, üzgünüm ama senin kaburga kemiğinden yaratıldım", "Başım ağrıyor, off lütfen Osman, senin kemiğinden yapıldım iğrençsin"
Bu saçma sapan ruh halimi, aptal 30 klişesine bağlamak istemem ama, riskli yaşım 30 du hep hayallerimde. ( Kırmızı alarm yaşım 37) Ucundan bir kariyer ve son derece karizmatik, kültürlü ve çirkin erkek arkadaş (bu kriterlere yakışıklıyı eklemek, peri anneye inanmak gibi birşey olurdu) . VOİLA! Hepsi bukadardı.
Gelelim 25 Temmuz 2011 Zaiyat raporuna:
- 2 hafta önce saçma bi kaprisle işimden ayrıldım. Pişman değilim ama hala bu işte iyiyim dediğim birşey yok.(Hahahah tek birşey hariç :) evet evet kesinlikle o)
- Erkek arkadaş denemelerim ve seçimlerim berbat. Yeni nesil erkeklere ne oldu anlamıyorum. Kız gibi kaprisliler. Sanırım bizim testesteron seviyemiz arttıkça onlar östrojen bombasına maruz kaldılar. Yürütemiyorum, beceremiyorum ve bugün itibarıyle umudu kestim.
Bugün yataktan çıkamamamın sebebi de bu işte. Hedefler tutmadı. Kocaman bi cari açık var. Tayyip bey ne yapar diye düşünüyorum şu anda. Tabiiki halkı uyutmaya çalışır; "Cari açık teğet geçti, o kadar da açık yok canım" diyerek. Yani yapmam gereken şey son derece basit!
Arıza çıkaran hücreler size sesleniyorum ey ahalim! Panik yok, işler yetişir. 37 yaşa daha 7 sene var. Relax! Başınıza gelen her neyse teğet geçti allahın izniyle. Hem 30 yaş paniği de neymiş. Biz heryaşı severiz, yaşlandığımızdan ötürü.
P.S. Biraz daha iyiyim galiba. Bir de Tayyip sevmem diyorum. Ne alakası var! Cehalet mutluluktur. Öpüldünüz.
31 Aralık 2010 Cuma
Kocaman bir bilek ve doktor fobim :(
Az önce ne yazacağımı düşünürken aklıma şu geldi. Sanırım en başarılı yazılarım hastalıklar ve hastalandığımda başıma gelenler hakkında olanlar. Ki ömrü hayatımın en korkunç şokunu anlatmak şu anda bana çok mantıklı geldi. O zaman kemerlerini bağla sevgili okuyucu. Zira bu öykü çok heyecanlı...
Bundan günler günler önce.., sanırım üç hafta önceydi. Yeni iş değiştirdiğim zamanlar. Yurttaki kızları özlüyorum ve görmek istiyorum. Ve kızlara bir ziyaret gerçekleştiriyorum. Gece saat 12.30 suları, oturmuş harıl harıl dedikodu yapıyoruz. Ayağımı popomun altına almışım. Anlatıp duruyorum. Cici bebeklerimden Tuğçe'ye çantamdan birşey göstermek üzere ayağa kalkıyorum. Ve aman allahım "katurt" diye bir ses. Ayağım kocaman popomun altında uyuşmuş ve ayağa kalkınca sağ adımımı atar atmaz da burkulmuş ve o korkunç ses çıkmıştı. Tabii acı da cabası. Kızlar yerlerde gülmekten ölüyolar o ses neydi diye. Ben saftirik ise koptu galiba diye söyleniyorum. O kadar korkuyorum ki nefes alamıyorum. Kızlar bir yandan iyi misin diye soruyorlar bir yandan da gülüyorlar. Ben de ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Ayağımın üstüne basmaya çalışıyorum. Ve gözüm aşağı kaydığı anda içim eriyor. Bileğim kocaman balon gibi şişiyor saniyeler içinde. ben yaşadığım şok yüzünden bayılacak gibi hissediyorum. İçim daralıyor. Kızlar hala panik halde yüzüme bakıyorlar. Ama seslerini duyamıyorum. Uğultu şeklinde geliyor sesleri. Sonra biraz hava almak üzere pencereye yöneliyorum. Ve gerisini hatırlamıyorum :) Evet küt diye düşmüşüm yere. Kafam kitaplık ve radyatörün arasına sıkışmış. O sırada az önce kikkirdeyen küçük böcüklerim korkudan şoka girmişler. Bütün yurdu ayağa kaldırmışlar. Ölü gibi yattığımı görüp, korkup yanıma gelememişler. Daha bi cesaretli bebek Selincim (annesi hemşire, sanırım bu cesaret ondan) kafamı kurtarıp, ayaklarımı yükseğe kaldırmış. Kendime geldiğimde etrafımda birsürü kız, ve yoğun bir uğultu. İntern kızlardan biri gelip gözlerime bakıyor. "Beyza lütfen herkese iyi olduğumu söyler misin?" diye diretiyorum. Zira tutturmuşlar hastaneye gidicez diye. Yahu benim birşeyim yok. Olsada gitmem. İyiyim ben. Heeeeç. Kime konuşuyorum. simit almaya diye dışarı çıkıp, acilde alıyoruz soluğu. O sırada diğer intern bebekim Ebrucuğuma da haber vermişler. Onun bi arkadaşı (ki kendisi sanıyorum gelmiş geçmiş en yakışıklı doktor olucak mezun olunca) bizi acilde karşılıyor. Ne oldu, nasıl oldu? -Eeee benim bişeyim yok. Doktorları pek sevmem, hastaneleri de, gitmek istiyorum :D hahhahah tepkiye bak ya. Kıvanç tatlıtuğ sana diyoki neyin var? Sen de diyorsun senden nefret ediyorum!+%&^!!! Şu anda anlıyorum ki kafamı gerçekten çok sert vurmuşum :D
Neyse efenim hemen kafa filmi çekildi. Az bi şişlik vardı çünkü. Tabii birşey çıkmadı. Ben de söylene söylene çıktım hastaneden. Bu arada Ebruya telefonda ne yakışıklı arkadaşların var senin diyorum, kız bana nasılsın diye sorarken :D ahahhahhaha ve sonra geliyoruz eve.
Ayağıma baktırmıyorum bile. Çünkü bildiğiniz üzere hastanelerden gerçekten nefret ediyorum. Öyle korkunç bi anım falan da yok ama. Neden bilmiyorum, doktora gitmek benim için azap. Ayağım nasıl olsa geçer dedim. Şu anda 3 hafta geçti üzerinden. Hala topuklu ayakkabım giyemiyorum. Ayağım da bu halde.
Ha bu çok iyi bir şey diye mi yazıyorum. Hayır! Sizin sakın benim gibi eşeklik etmeyin diye yazıyorum. Bi de beni öyle korkudan bayılmış halde düşünüp gülebilmeniz için :) hahhaah
Herkese kocaman öpçükler ve sağlık fışkıran günler dilerim :)
Bundan günler günler önce.., sanırım üç hafta önceydi. Yeni iş değiştirdiğim zamanlar. Yurttaki kızları özlüyorum ve görmek istiyorum. Ve kızlara bir ziyaret gerçekleştiriyorum. Gece saat 12.30 suları, oturmuş harıl harıl dedikodu yapıyoruz. Ayağımı popomun altına almışım. Anlatıp duruyorum. Cici bebeklerimden Tuğçe'ye çantamdan birşey göstermek üzere ayağa kalkıyorum. Ve aman allahım "katurt" diye bir ses. Ayağım kocaman popomun altında uyuşmuş ve ayağa kalkınca sağ adımımı atar atmaz da burkulmuş ve o korkunç ses çıkmıştı. Tabii acı da cabası. Kızlar yerlerde gülmekten ölüyolar o ses neydi diye. Ben saftirik ise koptu galiba diye söyleniyorum. O kadar korkuyorum ki nefes alamıyorum. Kızlar bir yandan iyi misin diye soruyorlar bir yandan da gülüyorlar. Ben de ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Ayağımın üstüne basmaya çalışıyorum. Ve gözüm aşağı kaydığı anda içim eriyor. Bileğim kocaman balon gibi şişiyor saniyeler içinde. ben yaşadığım şok yüzünden bayılacak gibi hissediyorum. İçim daralıyor. Kızlar hala panik halde yüzüme bakıyorlar. Ama seslerini duyamıyorum. Uğultu şeklinde geliyor sesleri. Sonra biraz hava almak üzere pencereye yöneliyorum. Ve gerisini hatırlamıyorum :) Evet küt diye düşmüşüm yere. Kafam kitaplık ve radyatörün arasına sıkışmış. O sırada az önce kikkirdeyen küçük böcüklerim korkudan şoka girmişler. Bütün yurdu ayağa kaldırmışlar. Ölü gibi yattığımı görüp, korkup yanıma gelememişler. Daha bi cesaretli bebek Selincim (annesi hemşire, sanırım bu cesaret ondan) kafamı kurtarıp, ayaklarımı yükseğe kaldırmış. Kendime geldiğimde etrafımda birsürü kız, ve yoğun bir uğultu. İntern kızlardan biri gelip gözlerime bakıyor. "Beyza lütfen herkese iyi olduğumu söyler misin?" diye diretiyorum. Zira tutturmuşlar hastaneye gidicez diye. Yahu benim birşeyim yok. Olsada gitmem. İyiyim ben. Heeeeç. Kime konuşuyorum. simit almaya diye dışarı çıkıp, acilde alıyoruz soluğu. O sırada diğer intern bebekim Ebrucuğuma da haber vermişler. Onun bi arkadaşı (ki kendisi sanıyorum gelmiş geçmiş en yakışıklı doktor olucak mezun olunca) bizi acilde karşılıyor. Ne oldu, nasıl oldu? -Eeee benim bişeyim yok. Doktorları pek sevmem, hastaneleri de, gitmek istiyorum :D hahhahah tepkiye bak ya. Kıvanç tatlıtuğ sana diyoki neyin var? Sen de diyorsun senden nefret ediyorum!+%&^!!! Şu anda anlıyorum ki kafamı gerçekten çok sert vurmuşum :D
Neyse efenim hemen kafa filmi çekildi. Az bi şişlik vardı çünkü. Tabii birşey çıkmadı. Ben de söylene söylene çıktım hastaneden. Bu arada Ebruya telefonda ne yakışıklı arkadaşların var senin diyorum, kız bana nasılsın diye sorarken :D ahahhahhaha ve sonra geliyoruz eve.
Ayağıma baktırmıyorum bile. Çünkü bildiğiniz üzere hastanelerden gerçekten nefret ediyorum. Öyle korkunç bi anım falan da yok ama. Neden bilmiyorum, doktora gitmek benim için azap. Ayağım nasıl olsa geçer dedim. Şu anda 3 hafta geçti üzerinden. Hala topuklu ayakkabım giyemiyorum. Ayağım da bu halde.
Ha bu çok iyi bir şey diye mi yazıyorum. Hayır! Sizin sakın benim gibi eşeklik etmeyin diye yazıyorum. Bi de beni öyle korkudan bayılmış halde düşünüp gülebilmeniz için :) hahhaah
Herkese kocaman öpçükler ve sağlık fışkıran günler dilerim :)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)